Kısa, orta ve uzun dönemlerde alınması gereken önemler konusunda “gönül birliği, dil birliği ve eylem birliği” oluşturabilirsek büyük gücü yaratır; ulaşmak istediğimiz sonuçları hayata taşıyabiliriz. Bugünlerde sorunların ve çözüm yollarının “yapı taşlarıyla” ilgili olanları izliyorsanız “dip dalgaları” yaratacak olan sorunlar üzerinde odaklandıklarını görürsünüz:
Birincisi, ülkemizdeki üretim altyapısının “ucuz-emek, geri-teknoloji ve düşük katma değer ve kırılgan rekabet gücü” sarmalından çıkaracak yapılanmanın hızlandırılmasını istiyorlar. İkincisi, “merkezi coğrafi konumun değerlendirilmesi, pazarın çeşitlendirilmesi, nitelikli işgücü arzının artırılması, yüksek yaratıcı girişimcilerin önünün açılması, rekabette şans eşitliği yaratan gelişmiş altyapı arzının artırılması, yüksek düzeyde hukuki güvencenin sağlanması, dışa ve dünyaya açık gelişme çizgisinin izlenmesi, marka ve imaj yatırımlarının özendirilmesi, farklı seçimleri olan ve gelecek inşa etme iddiası olan liderlik ihtiyacını” önemle vurguluyorlar. Üçüncüsü, “düşük üretkenlik ve verimlilik darboğazlarını aşmak için rekabet edebilir ölçekler yaratılmasını, bu nedenle üretken ve verimli olmayan yapıların ehlileşmiş ayıklama” ekonomik sistemin içyapısının güçlendirilmesinin gerek şart olduğunu sıklıkla anımsatıyorlar. Dördüncüsü, “başta enflasyon olmak üzere makroiktisadi dengelerin bozulmasının krizi derinleştiren niteliksel bağlamını gerektiği gibi dikkate almanın önemini” vurguluyorlar:
“Açgözlülük ve sorumsuzluğu önleyecek hukuk devleti ilkelerinin ödünsüz uygulanması, sorgulayıcı akılla ve aklı başkalarına emanet etmeden dinamik durum değerlendirmelerinin yapılmasının önemi” üzerinde duruyorlar. Ayrıca, “sloganları ciddi fikirler yerine koyan popülizmin, pragmatizmin ve vasatlığın önlenmesi, kibir ve üstünlük inancının yarattığı sapmaların iyi düşünülmesi, sorgulanmış varsayım, tutarlı zihni model, yeteri kadar benzetme, çözüm üreten metot geliştirilmesi konusunun makroiktisadı konular kadar tartışılması gerektiği” üzerinde uyarılar yapıyorlar. “Öngörme ve önlem alma disiplinsizliğini pekiştiren gözetim ve denetim disiplinsizliğinin yarattığı israf bataklığına” dikkat çekiyorlar. Beşincisi de, “fiziksel bağlantı, iletişim ve etkileşim, rekabet ve işbirliklerinde sanala geçiş sürecinde verimlilik ve etkinlik hesaplamalarında standart belirlemenin, karşılaştırılabilir ölçümler yapabilmenin, net bilgi, etkin koordinasyon ve odaklanma gibi kaliteli yönetim araçlarını kullanmanın artan önemini” sürekli yineliyorlar.
YÜZLEŞME ÖZGÜVENİNE İHTİYACIMIZ VAR
Dünya genelindeki eğilimlerin, eğilimlerin fırsat ve tehlikelerinin neler olduğunun farkında olmak çok önemli. Daha da önemlisi, kendi imkân ve kısıtlarımızı iyi bilerek eğilimlerin yarattığı fırsatları en üst düzeyde değerlendirmedir. Fırsatları değerlendirme konusunda saha gözlemlerimizden edindiğimiz derslerden birini hatırlatmak boynumuzun borcu. Siyasi irade, bürokrasi, iş dünyası, sivil toplum örgütleri yönetimleri, medyada bilgi aktarma ve kitle bilincini yükseltme gibi kamu sorumluluğu olanların ortak bir sorunu tekstil sektörü. Kitle bilincini yükselterek ortak güç yaratmanın özünde yüzleşme özgüveni var. Arif ve Tamer Nalbant’ın ülkemizdeki durumu değerlendirmelerini daha net kavrayabilmek için bir toplumsal zaaf alanıyla ilgili üç entelektüelimizin tanıklığına başvuralım: Alev Alatlı, 8 Nisan 2013 günü Haber Türk gazetesindeki değerlendirmesinde diyor ki: “Birikimlerin beylik aktarımını tekrarlayan, gelip geçen keyiflere kul köle, ama mutmain, ama kendisiyle fevkalade barışık yurdumun insanları. Isıtıp ısıtıp sofraya sürülen mesnetsiz siyasi tertipler, perdah yüzü görmemiş düşünceler, basmakalıp toplumsal reçeteler, beyli tepkiler, incir çekirdeğini doldurmayan gündemler, pireyi deve, habbeyi kubbe yapan sığlık, paçozlük, sürüden ayrılmamak için ne yapılıyorsa oraya gitmek, kim neye rağbet ediyorsa ona rağbet etmek ‘trendy’ kabullere sıkı sıkıya yapışmak, açığa düşmemek; toplam eblehleşme, değerlerini yitirme” halimizden söz ediyor. Bir başka yönüyle Orhan Pamuk’un 27 Ekim 1996’da Cumhuriyet gazetesindeki değerlendirmesinde altını çizdiği, “Biz bir cemaat toplum. Kendimizi cemaatler, aşiretler, kümeler, yöreler vb. ile tarif ederiz, kendi hayatımızın hikâyesinden çok takıma bağlı kalmakla dertleniriz” saptaması paylaşıyor. Kürşat Başar’ın 1 Temmuz 1998 günü Dünya gazetesinde paylaştığı, “Kimsenin kendisine benzemeyene tahammül edemediği, herkesi kendimize benzeterek rahat etmeye çalışan anlayışımız ‘bizim ideoloji dediğimiz şey’ ancak karşımızdaki düşmanla var oluyor. Farklı düşüncelere, kesinlikle karşı çıktığımız ideolojilerle düşünce üretme düzeyinde mücadele etmektense kavga etmeyi seçiyoruz. Bize benzemeyenlerle ilgili olarak aklımıza gelen ilk düşünce onları ‘ onları ortadan kaldırmak’ oluyor” genellemesi üzerinde de derin düşünmek gerekiyor.
ALATLI, PAMUK VE BAŞAR’IN TANIKLIĞINA NEDEN BAŞVURDUK?
“Ne olacak tekstil sektörümüzün hali?” diye kaygılanan, sektörün dününü bilen, bugününü anlayan ve yarınını kurgulama sorumluluğunu taşıyan hepimizin ortak aklın gücünden yararlanması varken, geçmişten getirdiğimiz, üç entelektüelimizin de altını çizdiği “kasaba kültürü tuzaklarına” düşmeden ilerlememiz gerektiğini hatırlatmak istedik. Nalbant kardeşlerin genel eğilimleri değerlendiren birikimlerini paylaştıktan sonra, ülkemize özgü fırsatları ve tehlikeleri de değerlendirerek geleceğe yönelik ufkumuzu yükseltir, umudumuzu artırabiliriz. Arif ve Tamer Nalbant, iş yönetiminin çok hareketli, canlı, diri ve sürekli karmaşasını içselleştirmiş olmanın rahatlığıyla sorularımızı yanıtlarken, olguları kategorileştirerek değerlendiriyorlar:
“Yeni gelişmeler karşısında önce yatırım boyutunu, sonra belgeleme gündemini netleştirelim. Bir adım sonrasında verimlilik sorunlarının önemini tartışalım. Sistematik veri ve strateji konuları üzerinde duralım. İnsanımızın teknik ve sosyal becerilerini geliştirerek uyum sağlama konusunu yönlendirecek teşvik sistemlerini değerlendirelim” diyerek özetle paylaştığımız yorumlarını aktarıyorlar. Önerilen gündemin ilk maddesini bu yazıda, diğerlerini de haftaya paylaşalım:
Yatırım gündemi: Tekstil üretiminin ileriye ve geriye bağlantılarının bütünlüğünü dikkate almak gerekir. Sektörle ilgili gözlediğimiz eğilimler “yeni yatırımlar” gerektiriyor. Birincisi, kullandığımız enerjinin kaynağı sorgulanıyor. Fosil kaynaklardan sağlanan enerjinin karbon ayak izinin bedellerini ödeten yeni rügülasyonlar devreye giriyor. Yeni regülasyonlar enerji kaynağını farklılaştırma, erişim sağlama ve ürünün içine sindirme metotları, metotların gerektirdiği “yeni yatırım” ihtiyacı yaratıyor. Yeni yatırımları bir erken uyarı anlayışıyla öngörerek en uygun kaynağı bağlama, aşırı ve noksan değerlendirme yapmanın gereksiz bedellerini ödememe özeni gerekiyor. İkincisi, enerji yatırımları kadar “sanayi suyu yönetimi” de birçok açıdan gündeminin ilk sıralarına tırmanmış durumda. Su kaynaklarının varlığını bir envanterle saptayarak, elimizdeki su olanaklarını ve kısıtlarını bilerek iş yerleri ölçeğinde yatırım yönetimi hayati önemde. Üçüncüsü, makine-donanım yatırımları da gündemde. Yeni regülasyonların gerektirdiği teknik donanımı olan makinelerle, eksik olan standart makinelerin yer değiştirmesi ciddi öngörme ve önlem alma sorumluluğu getiriyor.
Dördüncüsü, yeni koşulların gerektirdiği “iş süreçlerinin” güne uygun olmaları önem taşıdığı gibi, yeni koşulların “işgücü profili” de önemli bir yatırım alanı oluşturuyor. İş süreçleri ve işgücü profillerinin uyumu, teknik ve sosyal becerileri birlikte gelişirse zamanda uyum mümkün. Bu da hem örgün hem de yaygın eğitimin, ileri düzeyde ihtisaslaşmış ve işe değer katan işgücü yetiştirme yatırımlarına ciddi kaynak ayırmayı gerektiren yeni eğilim. Beşincisi, tekstil alanında eğilimler, boya ve ram makinelerinde geldiğimiz aşamayı birkaç adım daha ileri taşımayı gerektiriyor. Biraz açarsak, ülkemiz boya ve ram makinelerinde iyi ama dokuma makinelerinde gerektiği yerde değil. Tekstil makineleri üretimi konusunda ciddi bir stratejiye ihtiyacı var. Eğer strateji belirlenirse, Almanya, İtalya ya da başka ülkelerde olduğu gibi makine imalatıyla ihracatımızı sağlam bir zeminde ilerletebilir ve sürdürebiliriz. Altıncısı, elyaf, iplik, kumaş, bitirme işlemleri ve konfeksiyona uzanan bütünlük içinde tekstil alanında gelişmeleri gözlemek, ona göre yatırımları teşvik ederek küresel tedarikçi olma kanalını güçlendirmek de yatırım gündeminin temel konularından biri. Yedincisi, sektördeki yatırım alanları, “giysilerin toplanarak ikinci el kullanma merkezi olma avantajını değerlendirme” konusunda geçerli. Ülkemiz AB ülkeleri başta olmak üzere büyük pazarlara coğrafi konumunu iyi kullanarak hem tekstil atıklarını geri kazanma hem de hazır giyimde ikinci el pazarında yer alma konusunda zihni ve parasal yatırım yapmayı önemseyerek “merkez olmayı” hedefleyebilir. Sekizincisi, atık ısıların geri kazandıran yatırımların yapılması da enerji kullanımındaki verimliliğin bir parçası olarak dikkatten uzak tutulmamalı.
“Ne olacak tekstil sektörümüzün hali?
Ülkenin geleceğini ilgilendiren “dip dalgalarla” ilgili olanların odaklandıkları sorunların genel bir özetini paylaştıktan sonra, bu yazıda paylaşacağımız bilgilerin “merkez düşüncesine” odaklanabiliriz: “Ülkemizde tekstil sektörü elyaftan hazır giyime uzanan yaygın ve derin yapılanmasıyla görmezden gelinemeyecek kadar önemlidir. Sektörün yapısal ve ekonomik özelliklerini kapsayan ve uzun dönemli geleceğinin nasıl yönlendirilmesi kaygılarını merkezine koyan, enine boyuna, yatay gelişmelerden dikey boyutlarına, sığ yanlarından yoğunlaşma yönlerine enine boyuna sorgulamalıyız.” Tekstil sektöründe ikinci kuşak olan, biri Boğaziçi Üniversitesi diğer İstanbul Teknik Üniversitesi’nde öğrenim görmüş, tekstil terbiye ve boya alanında büyük bir birikimi temsil eden Arif ve Tamer Nalbant’ı Çorlu’daki tesislerinde ziyaret ediyoruz. Önce bu yazınının girişinde özetlenen konuları birlikte değerlendiriyoruz. Birkaç gazete sayfasına sığmayacak değerlendirmeler yapıyor iki deneyimli iş insanımız.
“Nasıl?” sayfasının sınırlarını düşünerek yazmak istediğimiz konuların çerçevesinde ilk sorumuzu yöneltiyoruz: Tekstil sektörümüzü etkileyen temel eğilimler nelerdir? Arif ve Tamer Nalbant bir ufuk taraması yaparak, genel eğilimlerle ilgili değerlendirmelerini paylaşıyor:
Ülkemiz odağından bakıldığında dokuma kumaşlarda bir stabiliteden söz edebiliriz. Örme kumaşlarda ise hareketlilik ve gelişmenin hızlandığını gözlemliyoruz. Sözünü ettiğimiz eğilimi yaratan etkenleri değerlendirdiğimizde, salgının etkileri karşımıza çıkıyor. Salgın sırasında evlerine kapanan insanlar rahat giyime, örme kumaştan giysilere yöneldi; giyim alışkanlıklarında ciddi bir tercih değişmesi oldu denebilir. “Hızlı tüketim” eğilimi özellikle bizim ağırlıklı pazarımız olan Batı toplumlarında baskılandı. Salgın sonrasında “çevre bilincinin” yaygınlaşmasının, çevre korumanın dünya gündemine oturmasının etkileri de oldu. Bu süreç daha da gelişiyor. Hızlı tüketimin tetikleyicisi olan dev perakendeci Zara etkiliydi. AB ülkeleri başta olmak üzere karbon ayak izi bağlamında hızlı tüketimin baskı altına girmesi bir eğilim olarak güçlendi. Sonuç olarak 1 kg tişörtte 2 bin 700 litre su bulunduğu bilgisinin uyardığı çevre bilinçlenmesi diğer bütün ürünlere yayılıyor ve etkili bir güç oluşturuyor; hükümetleri yeni regülasyonları yürürlüğe koymaya zorluyor.
Bir başka eğilimin etkilerini daha dikkate almalıyız: “Tekstil ürünlerinde ikinci el kullanımı” salgın sonrasının eğilimi. İkinci el giysi konusunda ciddi bir oluşum gözleniyor. Belediyelerin de katılmasıyla ikinci el giysi derlenmesi, ayıklanması, paketlenmesi, belli platformlara iletilmesi, alım-satımın ölçeklerinin büyümesi yeni bir alan yaratıyor; özenle izlememiz fırsatlarını değerlendirmemiz, tehditlerini de en düşük maliyetle savuşturmamız temel bir sorumluluk alanı olarak güçleniyor.
Tekstil sektöründe değer yaratma zincirine yeni bir halka ekleniyor. Önce insanların ikinci el giysileri tercih etmesine neden olan salgındaki yaşam biçimi ve yaşam tarzı deneyimini iyi anlamalıyız. Yetmez, çevre baskısının yarattığı algılar ve etkilerinin yarattığı bilinçlenmenin de yeni bir oluşumu yarattığını bilmeliyiz. Bu gelişmenin, harcanabilir geliri olsa da insanların 5 giysi alma yerine 3 alma gibi bir harcama eğilimi yaratması da sektörümüzün geleceğini belirliyor. Sektörün geleceğini etkileyen eğilimleri gözden ırak tutmamamız gerekiyor; çünkü geleceği güven altına almamız için eğilimlerin yarattığı yapılanmalara uyum göstermekten başka geleceği güven altına alma aracı yok.
İkinci el eşya kullanımını yaratan eğilimin bir başka boyutuna daha dikkat çekelim: Büyük perakende zincirleri ikinci el platformları oluşturarak “markalarını pekiştirme ve çevreci olma imajını güçlendirme stratejisi” uyguluyor. Dikkatle izleyenler ikinci el yatırımlarının arttığını gözlemliyor. Ülkemizdeki yatırımcıların da bu alanı özenle izlemesi, ülke yararını artıracak yatırımların hızla hayata taşınması gerek.
Zamanın ruhunu güçlü bir biçimde etkileyen çevre bilinci, karbon ayak izi, yeşil üretim ve yeşil ekonomi eğiliminin yarattığı “sürdürülebilirlik bilinci” ister istemez “kitle gücü” yaratıyor; ulus devlet hükümetleri de bu konuda halkın desteğini yitirmemek için “regülasyonlara” hız veriyor. Gelişmiş ülkelerde belirlenen regülasyon ilke ve standartları da ülkemizdeki tekstil sektörünün bağımsız değişkenlerinden biri. “Sınırda karbon vergisi” uygulamalarını küçük ya da büyük bütün üreticiler dikkate almak zorunda. Günümüz teknolojileri üretim sürecini uçtan uca sistem kontrolü yapabiliyor; sınırda yapılacak olan “karbon ayak izi ölçümleri” kullanılan kare kodları ve diğer ölçüm tekniklerinin gelişmesi nedeniyle sektörümüzde değer yaratmanın gerek ve yeter şartlarını yeniden yapılandırıyor.
Sektörde üretim ve satış aşamalarında çok büyük ölçekli firmaların yeni regülasyonlarını kendi rekabet güçlerini artırmak için kullanmaları ticaretin doğasında olan bir eğilim. Bizim ülke ve sektör olarak yeni eğilimler karşısında “alternatif tepkilerimizi” ülke genelinde bir plana, o planın gerektirdiği stratejilere göre yönetmemiz gerekiyor. Tekstil sektörünün içinden gelen Arif ve Tamer Nalbant’ın dikkat çektikleri “temel eğilimler, eğilimlerin yarattığı fırsat ve tehlikeler” değerlendirmesini ülkemizde herkes önemsemeli, kendi birikimlerini de ekleyerek “farkındalığımızı” canlı ve diri tutmalı, gereklerine de doğrudan ve dolaylı ilgili olan bütün aktörleri ile güç birliği yaparak yerine getirmeliyiz.