Trump’ın, Moskova’yı Washington’un tarafına çekip, Çin’i yalnız bırakma hedefine ulaşması kolay değil. Üstelik ortada “küsmüş ” bir Avrupa, uluslararası alanda “ben de varım” diyen Hindistan, giderek ABD’den bağımsız hale gelen Körfez Arapları varken, Trump’ın Çin’e karşı ekonomik ya da siyasi “ortak cephe” oluşturma şansı oldukça sınırlı görünüyor.
İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki ABD dış politika stratejisinin altında Henry Kissinger’ın imzası vardı. Kissinger’ın “üçgen stratejisi” olarak nitelendirilen politikası, dünyanın ABD’den sonra gelen iki büyük gücü Rusya ve Çin’i birbirinden ayırmaktan geçiyordu.
Kissinger stratejisi ABD’nin küresel ekonomik ve savunma üstünlüğünü devam ettirebilmesi için, o dönemde Moskova’yı hedef aldı; SSCB’nin merkezi konumundaki, tüm “Demir Perde” ülkelerini kontrol eden Rusya, ABD açısından 20. Yüzyıl’da “asıl rakip”ti.
Kissinger-Nixon ikilisinin ping pong diplomasisi ile Washington ile Pekin arasında ilişki kurup, olası bir Çin-Rusya ittifakını önleme stratejisi tuttu da… SSCB ile sınır problemleri yaş ayan, üstelik komünizmin doğru yöntemi üzerinden ciddi bir ideolojik rekabete giren Çin, ABD’den uzatılan “iş birliği elini” tuttu. Moskova’nın kontrolü altındaki Demir Perde’ye girmek yerine, Washington’un İkinci Dünya Savaşı sonrası kurduğu ekonomik “düzen bazlı uluslararası sistemin” parçası olmayı tercih etti.
“YENİ KISSINGER” WITKOFF MU?
Şimdilerde ABD’deki Trump yönetimi, Kissinger’ın “üçgen stratejisini” sil baştan yenilemenin ipuçlarını veriyor. Ortada yine bir ABD-Rusya-Çin üçgeni var ve Washington’un görünen amacı, yine Pekin ile Rusya’nın bir araya gelmesini engellemek. Ancak Kissinger’ın politikasının tam tersine, ABD 21. Yüzyılda bu kez “iş birliği elini” Moskova’ya uzatıyor. Mevcut uluslararası iklimde Moskova-Pekin ikilisinden zayıf durumda olanı Rusya… Nitekim ABD, Rusya’nın Ukrayna savaşından gelen yıpranmışlığını da kullanarak, Moskova’yı Pekin’den ayırıp, yanına çekme çabasına girmiş görünüyor.
Washington kulislerinde Trump’ın bu stratejisinin arkasındaki ismin ise milyarder yatırımcı ve emlakçı, yakın arkadaşı Steve Witkoff olduğu konuşuluyor. Witkoff ’un Trump yönetimindeki resmi görevi “Orta Doğu Özel Temsilcisi”. Ancak Witkoff, Ukrayna meselesinde de ABD’nin ana müzakerecilerden biri. O kadar ki, Suudi Arabistan’da gerçekleş en Rusya-ABD müzakerelerinde Trump’ın Rusya- Ukrayna temsilcisi olarak atadığı Kellog masada değildi, yerinde Witkoff oturuyordu.
Amerikan basınında da nitekim, Trump’ın da özel sohbetlerinde 40 yıllık arkadaşı Witkoff ’dan “günümüzün Kissinger’ı” olarak bahsettiğine ilişkin anekdotlar da ortaya çıktı.
“DİKTATÖR ZELENSKY” ABD’Yİ KARIŞTIRDI
Trump’ın izlemeye başladığı “tersine üç gen stratejisi”ne bedelle olursa olsun, Rusya’yı ABD’nin yanına çekmeyi amaçladığının ipuçlarını gösteriyor. Burada ilk bedeli ödeyenin Ukrayna ve Devlet Başkanı Zelensky olacağı artık aşikar. Ukrayna’da barış için Putin’in tüm isteklerini daha müzakere masasına oturmadan kabul etmiş görünen Trump’ın, Zelensky için “diktatör” sıfatını kullanması ve “meşruiyetini” sorgulaması bu açıdan hiç şaşırtıcı değil.
Ancak Trump’ın, Rus ordusuna Ukrayna’yı işgal etme emri veren Putin yerine, Zelensky’yi savaşı başlatmakla suçlaması, sadece Avrupa’da değil, ABD’de de büyük tepki çekti. Trump’ın partisinden senatörlerden, bir önceki başkanlık döneminde yardımcılığını üstlenmiş Mike Pence’e kadar pek çok Cumhuriyetçi siyasetçi, Ukrayna savaşında “asıl suçlunun Putin” olduğunu ifade eden paylaşımlar yaptılar.
Sadece bu kadar da değil; Trump’ın Zelensky’yi Ukrayna savaşını başlatmakla suçlayan paylaşımları, ABD’de “asla bir araya gelmez” denilen siyasetçileri bile buluşturdu. Yine Trump’ın ilk başkanlık döneminde birlikte çalıştığı isimlerden aşırı sağcı Cumhuriyetçi John Bolton ile ABD Senatosu’ndaki en sol kanadı temsil eden Senatör Bernie Sanders, birbirine çok yakın ifadeler içeren paylaşımlar yaparak, Zelensky’yi koruyup, Ukrayna’da asıl suçlunun Putin olduğunun altını çizdiler.
AVRUPA’YA DA BÜYÜK BEDEL...
Trump’ın izlemeye başladığı “tersine üçgen stratejisi”nden Avrupalılara fatura çıkacak gibi görünüyor. Rusya ile anlaşma yolunu seçen Trump yönetiminin yaşlı kıtada “tehdit kalmadığı” gerekçesiyle askerlerini çekmeyi planladığı kulislere yansımış durumda.
Alman Bild gazetesinin diplomatik kaynaklara dayandırdığı haberinde, ABD ile Rusya arasındaki görüşmelerde NATO’ya 1990 sonrasında üye olmuş tüm ülkelerdeki Amerikan askerlerinin çekilmesinin de masaya geldiği ifade edildi. Bu, ABD’nin Arnavutluk, Bulgaristan, Hırvatistan, Çek Cumhuriyeti, Estonya, Finlandiya, Macaristan, Letonya, Litvanya, Karadağ , Makedonya, Polonya, Romanya, Slovakya, Slovenya ve İsveç ’te hiç asker bulundurmaması anlamına geliyor. ABD’nin Avrupa’daki büyük üslerinden birine ev sahipliği yapan Polonya’da alarm zilleri çalmış olmalı ki, Devlet Başkanı Duda ABD’ye “asker çekmeyin” çağrıları yapmaya başladı bile. Diğer Doğu Avrupa ülkeleri de keza, Amerikan üslerini korumak için bugünlerde yoğun diplomatik mesai harcıyor. Hatta Washington’dan Kosova’daki Amerikan askerlerini geri çekmek için İtalya’daki komutanlığına “hazır olun” talimatı gittiği bile basına sızdı.
Trump’ın Putin ile anlaşmasının Batı Avrupa’ya yansıması ise savunma harcamalarında muazzam bir artış anlamına geliyor. Avrupa ülkeleri NATO’nun kolektif savunma konsepti sayesinde yarım asırdan uzun bir süredir bütçelerinde savunmaya ayırdıkları miktarı azaltıp, yerine altyapı ve vatandaşlarının refahı yolunda yatırımlar yapıyorlardı. Trump yönetiminin yeni stratejisi çerçevesinde, Avrupalıların bu “lüksten” de mahrum kalmaları büyük olasılık… Nitekim Avrupalılar, Trump’ın talep ettiği gibi savunma bütçelerini yüzde 5’e çıkarma yolunu da seçseler, NATO dışında Avrupa merkezli yeni bir savunma oluşumuna da gitseler ellerini, ceplerine atmak zorunda kalacaklar. Zaten ekonomik olarak sıkıntıdaki Avrupa ülkelerinde vatandaşın refahından vazgeçilmesi ise aşırı sağcı politik akımların güçlenmesine yol açabilecek. Özetle Avrupa, içinden çıkılması zor kısır döngü ye girmiş görünüyor.
“TERSİNE ÜÇGEN STRATEJİSİ” İŞLER Mİ ?
Trump yönetiminin, ABD’nin son dönemdeki dış politikasını 180 derece değiştirip, en yakın müttefikleriyle karşı karşıya gelme pahasına başlattığı “tersine üçgen stratejisi”nin işleyip işlemeyeceği ise büyük bir soru işareti.
Mevcut uluslararası durumda Pekin ile Moskova arasındaki ilişkiler, Kissinger-Nixon döneminden çok farklı… Öncelikle artık Rusya ve Çin arasında çatış maya varabilecek bir sınır problemi kalmadı.
Ayrıca artık iki ülke arasında, SSCB döneminde olduğu gibi “komünizmin farklı yorumlanmasından” gelen ideolojik rekabet de yok.
Aksine, her iki ülke de Batı tarzı demokrasilere karşı kendi “otoriter sistemlerini” korumak adına ideolojik olarak daha yakın duruyorlar.
Son dönemde Putin ile Çinli Lider Şi’nin karşılıklı ziyaretlerinde atılan imzalar sayesinde, iki ülke arasında son derece kompleks bir ekonomik ilişki de kurulmuş durumda. Ukrayna savaşı boyunca ABD ve Avrupalı müttefikleri tarafından dışlanan, yaptırımlara uğrayan Rusya, sadece Çin’i değil, Hindistan’ı, hatta Arap ülkelerini de kapsayan yeni bir “ticaret ekosistemi” kurmayı başardı. Trump’la barışan Putin’in bundan hemen vazgeçip, eski günlere dönmesi pek mümkün görünmüyor.
Üstelik ortada, bizzat Pekin ve Moskova’nın önderliğinde kurulmuş , savunma iş birliğine ilişkin Şangay İşbirliği Örgütü, ekonomik bütünleşmeye yönelik BRICS gibi örgütler de var. Bu iş birliğinden geri dönüş de çok zor.
Trump’ın, Moskova’yı Washington’un tarafına çekip, Çin’i yalnız bırakma hedefine ulaşması kolay değil. Üstelik ortada “küsmüş ” bir Avrupa, uluslararası alanda “ben de varım” diyen Hindistan, giderek ABD’den bağımsız hale gelen Körfez Arapları varken, Trump’ın Çin’e karşı ekonomik ya da siyasi “ortak cephe” oluşturma şansı oldukça sınırlı görünüyor.
Dünya, yeni dönemde pek çok yeni meydan okumayla karşı karşıya...