Türkiye, halkının güvenliği, refahı ve temel ihtiyaçları için yaşamsal önemdeki su kaynaklarını özenle geliştirilecek yeni stratejilerle yönetmeli, gelecekte telafisi zor hatalardan sakınmalı, enerji arz güvenliğini sağlamaya çalışırken daha da kritik olan su güvenliğini ihmal etmemelidir.
MİTHAT RENDE*
Uluslararası siyasi ve ekonomik düzenin yerle bir edildiği, küresel düzeyde ciddi sınamalarla karşı karşıya kaldığımız bir dönemden geçiyoruz. Avrupa ve Orta Doğu’daki savaşlar katliamlara; tarifi güç zulüm, sefalet ve yıkıma yol açtı. Suriye’nin parçalanması süreci hızlandı. Başkan Trump ve kabinesinin, ABD’nin zemin kaybeden global hükümranlığını perçinlemek için başvurduğu akıl ve hukuk dışı eylem ve uygulamalar, küresel düzeyde yıkıcı bir fırtınaya dönüşmüş durumda. Türkiye dahil birçok ülke bu yeni gerçekler karşısında kendini yeniden konumlandırmaya, AB gibi bölgesel örgütler yeni stratejiler geliştirmeye çalışıyor. Amerikan halkı da sadece iklim krizinin yol açtığı doğal afetlerden değil, aynı zamanda iklim inkarcısı Trump’ın siyasi ve ekonomik kasırgalarından da nasibini alıyor. Trump’ın yeni gümrük vergileri, Amerikan ekonomisini ve tüketicisini de olumsuz etkileyecek.
Orta Doğu’daki son gelişmelere odaklanacak olursak, Trump yönetimi Netanyahu hükümetiyle birlikte, Suudi Arabistan ve mümkünse Türkiye ile işbirliği içinde, bölgeyi yeniden dizayn etme, haritayı yeniden belirleme girişimlerini sürdürüyor. Yemen’e yönelik son saldırı dalgası, İran’ın enerji alt yapısı ve nükleer tesislerini hedef alan muhtemel büyük bir saldırıdan önceki saha temizliğinin halkalarından biri olarak değerlendirilebilir.
İSRAİL’İN STRATEJİK GENİŞLEME PLANI
Başkan Trump’ın, Başbakan Netanyahu’nun Orta Doğu’da uygun gördüğü şekilde hareket edebileceği yönündeki ifadeleri, aşırı sağcı ve dincilerden oluşan İsrail hükümetine açık çek niteliğinde. Netanyahu’nun, Trump’ın sınırsız desteği ve Suriye’deki rejim değişikliğinden yararlanarak, Hermon Dağı, Golan Tepeleri, Kunaytra ve Şam kırsalını işgal etmesini, Suriye’nin stratejik önemdeki güneyine ve kıt su kaynaklarına doğru genişleme stratejisinin bir parçası olarak görmek mümkün.
Diğer taraftan, Kuzey Doğu Suriye’de başta ABD olmak üzere batılı müttefiklerimizin marifetiyle oluşturulan, pamuklara sarılıp büyütülen ve silahlandırılan terör örgütü YPG-SDG yönetimi Suriye’de Fırat nehrinin sularını kontrol etme hazırlığında. Halep şehrine su sağlayan Teşrin ayrıca Tabka barajlarının şimdilik YPG güçlerinin kontrolü altında olduğunu akılda tutalım. Suriye Kürtlerinin gelecekte Şam ve Bağdat’a su yoluyla baskı uygulaması ihtimal dahilinde.
Görüleceği üzere, Orta Doğu’da ve özellikle Fırat-Dicle havzasında su güvenliği esasen iklim krizinin yol açtığı kuraklık, su kıtlığı ve aşırı sıcaklıkların etkisiyle tehdit altına girmişken, şimdi bölgedeki yeni oluşumlar ve oyuncularla mesele daha karmaşık hale geliyor. Türkiye yaşamsal önemdeki Fırat ve Dicle nehirlerinin sularıyla ilgili olarak yeni taleplere ve risklere hazır olmalı.
Şam’daki HTŞ geçici yönetiminin, Amerikan helikopteriyle Şam’a götürülen Mazlum Abdi’yle imzaladığı ön anlaşma metniyle, YPG kontrolündeki Kuzey ve Doğu Suriye’nin özerkliğini zımnen kabul etmiş olması, su konusunda zaman içinde sadece Güney Suriye’de değil Şam, Bağdat ve Erbil’e ek olarak, Kuzey Doğu ve Güney Suriye’de de yeni aktörlerle muhatap olunabileceğini gösteriyor.
DIŞ POLİTİKA VE SUYUN GÜCÜ
Bu karamsar tabloya rağmen,Türkiye’nin Fırat-Dicle havzasında yukarı kıyıdaş sıfatıyla, suyun ana kaynaklarına sahip olması önemli bir avantaj oluşturuyor. Ancak, uluslararası sınıraşan sular hukukunun aşağı kıyıdaş ülkeleri ve havzanın mansabında yaşayan toplulukları kayırıcı nitelikte kaleme alındığını göz önünde bulundurmak lazım. Türkiye birçok yukarı kıyıdaş ülke gibi eleştiriye tabi tutulup yıpratılmaya çalışıldı. Aşağı kıyıdaş ülkeler, kendilerine yeterli su bırakılmadığını, mağdur edildiklerini, su haklarının gözardı edildiğini iddia edip, diğer alanlardaki kritik işbirliği için su konusunda yerine getirilmesi güç ödünler istedi. Sonuçta bizim için yaşamsal önemdeki sınıraşan suların, komşularla ilişkileri germeden kapsamlı bir yaklaşımla yönetimi, siyasi, ekonomik ve güvenlik boyutlarıyla sanıldığından çok daha hassas ve karmaşık bir dış politika konusu olmaya devam ediyor.
Türkiye’nin su konusundaki konumuna “Coğrafya’nın İntikamı” (The Revenge of Geography) kitabının yazarı Robert Kaplan, “The Globalist”te yayımlanan 12 Aralık 2012 tarihli makalesinde değiniyor. Kaplan, Fırat ve Dicle nehirleri sularını kontrol eden Türkiye’nin “müthiş (terrific) bir coğrafi avantaj” sahibi olduğunu ve bunun Türkiye’yi 21. Yüzyıl’da “Arap Orta Doğusu”nda 20. Yüzyıl’a nazaran daha büyük bir güce dönüştüreceğini savunuyor. Kaplan devamla, özellikle Fırat nehri üzerinde inşa ettiği barajlar sisteminin Türkiye’yi, susuzlukla kıvranan Batı Şeria’ya dahi su tedarik edecek konuma getireceğini iddia ediyor. Aslında yazarın bu iddiasının İsrailli yetkililerce geçmiş yıllarda dile getirilen, Fırat nehrinin sularından yararlanma arzusunu yansıttığı söylenebilir. Ancak, Kaplan bu ilginç değerlendirmeleri yaparken sınıraşan sular hukukunun sınırlamaları üzerinde durmuyor veya bunları göz ardı ediyor. Örneğin, Fırat-Dicle gibi kurak coğrafyalarda bulunan sınıraşan nehir havzalarından en başta kıyıdaş ülkelerin yararlanmaları esastır. Bu nitelikteki nehirlerin sularının başka havzalara veya nehirlere transfer edilmesi ancak suyun bol olması durumunda değerlendirilebiliyor.
ÜÇÜNCÜ TARAFLARIN ROLÜ
Fırat ve Dicle nehirlerinin suları üçüncü tarafların gündemini yıllardır işgal ediyor. Türkiye, havzadaki gerçekleri bilmeyen uluslararası çevreler tarafından itham ediliyor. Aşağı kıyıdaş ülkelerin çıkarlarını sağlamak üzere arabuluculuk girişimleri devam ediyor. Bu duruma bazı üçüncü tarafların kendi gündemlerinin yanı sıra, komşularımızın uzun zamandır izlediği, kanımca makul olmayan su politikalarının ve yoğun lobi faaliyetlerinin katkısı yadsınamayacak düzeyde. Dışişleri Bakanlığında bir Sınıraşan Sular Dairesinin uzun zamandır kurulmuş olması bir tesadüf değil. Robert Kaplan görüşlerini 2012 de kağıda dökmeden çok önce AB Komisyonu hazırladığı 6 Ekim 2004 tarihli Türkiye’nin tam üyeliğine dair Etki Değerlendirme Çalışmasında, Ortadoğuda’ki su sorununun önemi giderek artan bir konu olarak AB gündeminde yer alacağı kaydediliyor. Bu bağlamda, Fırat ve Dicle nehirlerine gönderme yapılarak, İsrail’in komşu ülkelerle işbirliğinin önemi üzerinde duruluyor. Bu manidar bağ kurma girişimini AB ile Çevre Faslı’nın ön müzakereleri için gittiğimiz Brüksel’de AB Komisyonu temsilcilerinin dikkatine getirmiş, havza dışı ülkelerin gündeme getirilmesinin nedenini sormuş, ancak tatmin edici bir yanıt alamamıştık.
TÜRKİYE’NİN SULAR POLİTİKASI
Üzerinde durduğumuz gelişmeler, Suriye’deki yeni olgular, iklim krizi kaynaklı uzun kurak ve susuz dönemler, ayrıca taşkınlar gibi doğal afetler Türkiye’nin sular politikasının, siyaset üstü bir yaklaşımla, yeniden gözden geçirilmesini zorunlu kılıyor. Sözkonusu sınamalara ek olarak su ve kaynak milliyetçiliğini, nihayet üçüncü tarafların, dar siyasi ve ekonomik çıkar temelli olumsuz müdahalelerini göz önünde bulundurmak, gücün haklı sayıldığı, birçok ülkenin kendi hukukunu ve önceliklerini başkalarına dikte etmeye çalıştığı bu günlerde daha da önem kazanıyor.
Sınıraşan sular politikamızı yeniden gözden geçirirken yıllardır savunageldiğimiz su kaynaklarının çatışma değil işbirliği kaynağı olarak görülmesi, uluslararası teamül hukuku haline gelen, hakça, makul ve optimum kullanılması, bütüncül bir şekilde yönetilmesi, suyun faydalarının paylaşılması, kıyıdaş ülkeler arasındaki diyalog ve işbirliğinin geliştirilmesi ayrıca karşılıklı suçlamalardan ve su milliyetçiliğinden uzak durulması gibi temel unsurlar kararlılıkla savunulmalı. Yeni bir strateji oluştururken bu hususlar dışında, ilgili bakanlık ve kurumlar arasında, yetersiz kaldığını düşündüğüm, eşgüdüm ve diyalogun geliştirilmesi, Fırat ve Dicle nehirleri gibi yaşamsal önemdeki konularda elimizi zayıfl atacak farklı seslerin çıkmasının önlenmesi bakımından bir zorunluluk oluşturuyor.
Zorunluluk arz eden diğer bir husus, sular politikasını gözden geçirme sürecinde Türkiye’nin 2030 yılında su kıtlığı çekecek ülkeler grubunda yer alacağının dikkate alınması ve bu nedenle gelecekte komşu ülkelerle sonuçlandırılabilecek anlaşmalarda, kesin miktar ve oranlar üzerinden taahhütlerde bulunmaktan kaçınılmasıdır. Zira, küresel ısınma ve iklim değişikliği nedeniyle bölgemizde yağışlar ve su kaynaklarının daha da azalması bekleniyor. Bu kapsamda geçmişin acı tecrübelerinden ders almak, hataları tekrarlamamak önemli. Bir örnek vermek gerekirse, 8. Cumhurbaşkanı merhum Turgut Özal’ın 1987 tarihli KEK Protokolü uyarınca, Fırat nehrinden Suriye’ye yaz, kış, bahar demeden aylık ortalama en az 500 metreküp/saniye su bırakma taahhüdünde bulunması kanımca ciddi bir hataydı. Merhum Özal, dönemin Suriye Cumhurbaşkanı Hafız Esad’ın manevralarına karşı soğukkanlı davranıp, uzmanlarına danışıp, miktar taahhüdüne girmek yerine, değişken yağış durumu ve uzun yıllar kaydedilen aylık ortalama akış miktarlarına göre bir yüklenimde bulunsaydı, nehrin kıt su kaynaklarının yarısından fazlasının Suriye’ye bırakılması durumuyla karşı karşıya kalınmazdı. Ayrıca, bugünkü fiyatlarla 30-35 milyar dolar harcanarak kurulan barajlarımızda biriktirdiğimiz hidro-enerjimizin ve sulama sistemlerimizin kaynağı olan suların büyük bölümünü aşağı kıyıdaşlara bırakmak gibi geçici de olsa hukuki bir sorumluluk ortaya çıkmazdı.
BEKLENTİLER VE GERÇEKLER
Suların hakça, akılcı ve verimli bir şekilde kullanımı ilkesine göre Suriye ve Irak, paydaşlarımız olarak elbette nehirlerden yararlanmalı. Onların havza ülkeleri olarak makul talep ve beklentileri imkanlar ölçüsünde karşılanmalı. Bununla birlikte Fırat nehrinin debisinin bazı aylarda 100 metreküp/saniyenin altına düştüğü dikkate alındığında, miktar taahhüdünün hesapsız üstlenildiği ve o tarihlerde, karşı tarafın terörizmi desteklemekten vazgeçeceği gibi yerine getirilmeyen vaatlerle cömert davranıldığı kolayca anlaşılır.
NATO Daimi Temsilciliğimizde, maiyetinde çalıştığım ve çok şey öğrendiğim Emekli Büyükelçi Ümit Pamir, özel bir sohbetimizde, Türk diplomasisi mesaisini, zamanının önemli bir kısmını, geçmişte yapılan hataların, atılan yanlış adımların telefisi çabalarıyla geçiyor demişti. Maalesef bu halen geçerli olan doğru bir saptamaydı. Bu nedenle Türkiye, sürdürülebilir kalkınması, halkının güvenliği, refahı ve temel ihtiyaçları için yaşamsal önemdeki su kaynakları veri ve bilgiye dayanarak, değindiğimiz olumsuz siyasi gelişmeler ve iklim koşullarını dikkate almak suretiyle özenle geliştirilecek yeni stratejilerle yönetmeli; gelecekte telafisi zor hatalardan sakınmalı, enerji arz güvenliğini sağlamaya çalışırken daha da kritik olan su güvenliğini ihmal etmemelidir.
*Emekli Büyükelçi. Dışişleri Bakanlığı bünyesinde Şam, Roma, Brüksel (NATO), Sofya, Viyana (AGİT) ve Londra Büyükelçiliklerinde çeşitli görevlerde bulundu. Sırasıyla, Brüksel’deki Enerji Şartı Konferansı’nın Ticaret ve Transit Çalışma Grubu Başkanlığı, Katar Büyükelçiliği, Çok Taraflı Ekonomik İşler Genel Müdürlüğü ile İklim Değişikliği Baş Müzakerecisi ve Türkiye Nükleer Enerji Komisyonu Üyesi olarak görev yaptı. OECD Daimi Temsilcililiğine ve ardından da OECD İcra Komitesi Başkanlığına seçildi.