Piyasadan yavaş yavaş TL çekiliyor ve çekilecek de. Kimsede TL yoksa kur artmaz. Yeni temel strateji bu gözüküyor.
Çok olağanüstü günlerden geçiyoruz. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun diplomasının iptali ve akabinde tutuklanması ile birlikte Türkiye ekonomisi tamamen iç siyasetin güdümüne girdi.
Dünyadaki ekonomik gelişmelerin dışında, kendi iç siyasetimizin nereye evrileceği belli olmayan bu sürecin içerisinde Türkiye Ekonomisi ’ne ilişkin görüş ve beklentiler, artık 18.03.2025 günündeki gibi değil.
Merkez Bankası’nın yüksek bedeller ödeyerek biriktirdiği rezervlerin yüzde 40’a yakını içinden geçtiğimiz süreçte tüketildi. Yabancı sermaye olarak adlandırdığımız ‘sıcak para’ sahiplerinin bir kısmı ülkeden çıktı, bir kısmı ise çıkmaya devam ediyor.
Gerek Merkez Bankası gerekse de Hazine ve Maliye Bakanlığı tarafından bir dizi önlem alındı. Herkes alınan önlemlerin proaktif olduğunu, hızlı hareket edildiğini söylüyor benim de görüşüm bu yönde ancak ‘diploma iptali’ sonrası geçtiğimiz çarşamba günü kurun sert yükselişi esnasında neden Merkez Bankası’nın geç müdahale ettiğini konuşmuyoruz.
“Kurun sabah saatlerindeki hareketi önemsenmedi mi? Merkez Bankası’nın böyle senaryosu yok muydu? Müdahale eden kamu bankaları üst yönetimi ile Merkez Bankası üst yönetimi arasında bir iletişim bozukluğu mu oldu?” sorularının cevaplarını bilmiyoruz. Belki ileride yöneticiler anılarını yazarlarsa bizler de bugün neler olup bittiğini öğreniriz.
Geç müdahaleyi bir yanda tutarsak Merkez Bankası elindeki politika araçlarını kullanmaktan çekinmedi. Koridorun üst bandında yapılan 350 baz puanlık artış ve fonlamanın buradan yapılması aslında örtülü bir faiz artışı. Piyasaların seyrine bağlı olarak ‘politika faizi’nde bir artış yapılır mı bilinmez ama Nisan ayı enflasyon görünümü bozulduğu için, Nisan toplantısında ‘faiz indirimi’nin gelmeyeceğine pek çok kişi ikna olmuş durumda. Yılın en başında bizim gibi kırılgan ekonomileri yöneten Merkez Bankalarının yılda 12 toplantı yerine 8 toplantı yapmasının gereksiz bir risk üstlenmesi olduğunu söylemiştim. Ne yazık ki bunu yeniden yaşadık. Bu riskin olmayacağını düşünüp 8 toplantı romantizmine düşmek Türkiye gerçeklerinden uzak olmakla eş anlamlı benim için.
Geldiğimiz yeni durumda kur oynaklığı tekrar gündemimizde. Türkiye’nin risk primi en azından bizlerin hiç beklemediği şekilde artış gösterdi. Gösterge faiz yaklaşık 5 puan yukarıda. Ticari kredi faizleri de yine yüzde 4 ila 5 arasında artış gösterdi.
Şimdi yeni durumda orta vadede neler olabilir onlara odaklanmakta fayda var.
Merkez Bankası’nın enflasyonla mücadelede temel politikası ‘Dolar/TL kurunun belirli bir yatay düzlemde tutulması’ üzerinden şekilleniyor. Kurun yukarı doğru gitmemesi ve likidite imkanlarının bozulmaması için TL depo işlemlerinde vade uzatıldı ve uzun zamandır kullanılmayan 91 gün vadeli Likidite Senedi ihracı gerçekleşti. Piyasadan yavaş yavaş TL çekiliyor ve çekilecek de. Kimsede TL yoksa kur artmaz. Yeni temel strateji bu gözüküyor.
Burada tabiri caizse kabak reel sektörün başına patlayacak. Artan faizler maliyetlerinin enflasyonist etkisi olacaktır mutlaka. Hele ki reel sektörün enflasyona ilişkin beklentilerinin Merkez Bankası tahmini ile örtüşmediği bir ortamda bu ciddi bir risk unsuru olarak duruyor. Diğer önemli bir risk ise finansmana ulaşımdaki zorluklar. Zaten zor olan finansmana ulaşım yeni dönemde çok daha zor olacak gibi duruyor.
Bütün bunların yanında sektörel enflasyon beklentilerindeki bozulma Merkez Bankasının beklentileri yönetmek konusunda zaten çok zorlandığı bir ortamda enflasyonla mücadele önündeki engellerden biri olarak daha da önem arz edecektir.
Yabancı sermaye açısından süreci incelerken, portföy yatırımları ile gelen sıcak sermaye ile doğrudan yabancı yatırımları birbirine karıştırmamak gerekir.
Kısa vadeli gelen portföy yatırımları bizim ülkece ne yaşadığımızla ilgilenmez. Hak, hukuk ve adalet kavramlarının pek bir önemi yoktur bunlar için. Yüksek faizi verdiğinizde gelir. Hatta bu faizi uzun dönem boyunca almak için de yabancı kuruluş raporları pembe tablolar çizebilir, hedeflerin bozulmadığından, ekonominin temellerinin sağlam olduğundan sıklıkla söz edebilir.
Yaşanan olaylar sonrası terste kalan ve milyarlarca dolar kaybeden yabancı sermayeyi tekrar gelmeye ikna etmek elbette kolay olmayacak. Daha yüksek faiz ödenecek ki gelsinler. Bu daha fazla maliyete katlanmak demek. Üstelik gelenler ‘Vur Kaç’ dediğimiz fonlar olacaktır.
İhracatçı şirketler açısından kurun yükselmiş olması ve paritede Euro lehine gelişmeler ilk başta hoşa gidebilir. Fakat dış talep koşulları yüksek ihracat için hala uygun değil. Üstelik dünyada artan korumacılık ve tarifelerin getirdiği ticaret yavaşlaması beklentileri varken, yakın gelecekte ihracat pazarlarında kalıcı bir artış sağlamak mümkün gözükmüyor.
Yaşanan olaylar nedeniyle talebin yavaşlaması muhtemel. Bu Merkez Bankası açısından kendinin bir türlü başaramadığı talep azalışı ve ekonominin soğumasının sağlanması açısından olumlu gözükebilir.
Politik risk ve beraberinde ülke riskinin çok arttığı bir ortamda Merkez Bankası kontrolü dışında talep daralması ve büyümede yavaşlama sürdürülebilir gözükmüyor.
Kısacası zor bir döneme girdik. Bütün bu sürecin görünen maliyeti şimdilik sadece rezerv kaybı olarak gözükse de orta ve uzun vadede katlanılacak ekstra maliyetlerin çok daha fazla olma ihtimali yüksek. Ağır aksak ilerleyen program çok ciddi hasar aldı. Bozulan beklentileri kısa sürede toparlamak mümkün değil.
Üstelik ‘politik risk’in azalması değil, yakın gelecekte daha da fazla artması büyük bir olasılık. Hükümetin tavrı Türkiye’nin geleceğindeki temel etken olacak.
Enflasyon - büyüme ödünleşmesi derken, siyasi rekabet - ekonomide elde edilen kazanımlar ödünleşmesi 7’den 77’ye en çok da çok ülke ekonomisine zarar getirecektir.