Bu başlık hem içerideki, hem de ABD’deki gelişmeleri ifade ediyor olabilirdi. Ben bu yazıda içeriye odaklanmayı tercih ettim. Neyin, neden olduğu herkesin malumu. Bu süreçteki yargısal kararların doğru veya yanlış olduğunu sorgulamıyorum. Ama bir gerçek var ki, piyasa aktörleri bu gelişmelerden hiç de memnun olmadılar, ve çok sert tepki verdiler. Bu tepkinin nedeni yargının bağımsızlığını yitirmiş olması endişeleriyle birlikte ülkenin siyasi bir belirsizlik ortamına sürükleniyor olma ihtimalinin ortaya çıkmış olmasından kaynaklanıyor.
Sn. İmamoğlu’nun 19 Mart’ta tutuklanmasından sonra geçen 3 gün içerisinde MB rezervlerinin 20 milyar dolar azalmış olduğunu gördük. O günden bugüne kadar resmi rezervlerde 8 milyar dolar daha azalma söz konusu. Bu arada, bu süreçte altındaki fiyat artışı nedeniyle altın rezervlerinin 9 milyar dolara yakın arttığını da hesaplarsak, MB’nın döviz nakitlerindeki azalmanın 37 milyar doların üzerinde olduğu görülüyor. (Altının değerinin artması ve MB’nin dövizlerinin azalması neticesinde tarihte ilk defa altının toplam rezervlerdeki ağırlığı %50’yi geçti.)
Bu gelişmeler karşısında MB önce likidite senetleri ile para çekerken borç verme oranından piyasayı fonlamayı tercih etti. Ancak, piyasanın istediği kadar sakinleşmediğini görünce de, geçen hafta politika faizini, ve onunla beraber günlük borç alma ve verme faizlerini de yükseltti. Bu artış sonrasında fonlamanın yeni politika faizi olan %46’dan mı, yoksa son dönemde yaptığı gibi borç verme oranı olan %49’dan mı yapacağı merak ediliyordu. 3 günlük piyasa sonrasında fonlamanın ağırlıklı olarak 49’dan yapıldığı görüldü. Bu da MB’nın döviz kontrolü bakımından elinin tamamen rahatlamadığını gösteriyor.
TL’den çıkışta maalesef para piyasası fonlarının arka arkaya eksi getiri yazması da etkili oldu. TL değer kaybederken böyle bir durumun yaşanması 1.5 trilyona ulaşmış olan para piyasası fonlarının çok kısa sürede 800 milyarın altına gerilemesini de beraberinde getirdi. Normalde PPF’lerin günlük TL değer artışının eksi olmaması gerekir. Ancak devlet borçlanmalarına talebi artırmak amacıyla bu fonlara yüzde 10 hazine bonosu tutma zorunluluğu getirilince böyle bir durum meydana geldi. Fonların aldığı hazine bonolarının faizleri yükselince değerleri düştü. Değerleri düşünce çıkışlar başladı, çıkışlar başlayınca fonlar ellerindeki kağıtları satmaya başladı, ancak karşısında alıcı olmayınca fiyatları daha da düştü, ve bir anda böyle bir kısır döngüyle karşı karşıya kalındı. Neyse ki, MB devreye girerek bu tahvillerden satın alınca olay dengelendi, ancak bu arada pek çok tasarruf sahibi panikle stopaj avantajı olan fonlarını bozmuş oldu.
Bu arada Ocak sonunda 189 milyar dolar olan yabancı para mevduatlar geçen hafta itibarıyle 223 milyar dolara çıkmış bulunuyor. Ancak burada hemen şu saptamayı da yapmakta fayda var: Türkiye’de YP mevduatların sadece üçte biri kadarı dolarda duruyor. Geri kalanı büyük çoğunlukla altın ve euro’da. Mevduatların dolar cinsinden artmasında sadece yatırımcıların DTH’a dönmesi değil, Trump’ın yaz-boz tahtasına dönen politikaları yüzünden Dünyada risk algısının artması sonucunda altının değerinin artması ve doların diğer para birimlerine karşı hızlı bir değer kaybı yaşaması da etkili oldu. (Bir zamanlar par, yani 1.00 olması beklenen dolar/euro paritesi bugünlerde 1.15’e kadar yükselmiş durumda.) Neyse, kendisi dün itibarıyle biraz akıllanmış gözüküyor, ve Fed Başkanı Powell’ı görevden almayacağını ve gümrük vergilerinin daha makul düzeylere indirileceğini söylüyordu. Tabi, bugün kafasından ne eser, ne söyler bilemiyoruz.
Yaşanan bu gelişmeler sonucunda gerçekleşme ihtimali çok düşük olan 2025 enflasyon hedeflerinin tamamen çöpe gittiğini söylemek yanlış olmaz. Pek çok defa gündeme getirdiğim gibi, zaten milli gelirin %5.5’ini geçen bütçe açıklarıyla dezenflasyonist bir program yürütmek imkansız. Son gelen rakamlar da açığın doludizgin devam ettiğini gösteriyor. MB son faiz kararına gerekçelerden biri olarak “yurt içi talebin öngörülenin üzerinde seyrettiğini ve enflasyonu düşürücü etkisinin azaldığını” belirtmiş. İyi de böyle bir bütçe açığıyla iç talep nasıl düşebilir ki? Devlet harcamaları faize duyarlı değil ki.
***
Bu yazıyı yazarken 6.2 büyüklüğündeki deprem ve artçıları meydana geldi. Neyse ki, merkez üssü çok yakında olmayan, kısa ve göreceli düşük güçte bir depremdi. Ancak bu deprem gelecek olan güçlü ve yıkıcı depreme İstanbul’un hazırlıklı olmadığını da bir kez daha hatırlattı. Maalesef ki, son yıllarda herşeyde olduğu gibi İstanbul’daki kentsel dönüşüm çalışmalarını da büyük ölçüde rant arama güdüsü yönlendiriyor. Acilen yapı stoğunun değişmesi gereken mahallelerde fazla bir faaliyet yok. Faaliyet nedense daha çok arsa değeri yüksek mahallelerde; buralarda pek çok kunt ve tarihi özellikteki bina yeni imar yönetmeliklerine uymuyor bahanesiyle yıktırılıp (ve bazıları eskisinden pek de daha güçlü olmayan bir şekilde) yeniden yapılıyor. Ne zaman akıllanacağız?