Günümüzün sosyal medya treni fotoğraf ve video üzerine kurulu. Dijital sanatçı Refik Anadol, Türkiye İş Bankası’nın 41. katında İş Bankası Genel Müdürü Hakan Aran ve Türkiye Metal Sanayicileri Sendikası (MESS) Yönetim Kurulu Başkanı Özgür Burak Akkol ile lansmanını yaptıkları Büyük Doğa Modeli’ni anlatırken görsel etkiye değil, veriye vurgu yaptı. Demo alanı ise bize, içimizden birinin global yapay zeka modelleri arasına ne kadar üst perdeden girebildiğini gösteriyordu.
Lansmanın resmi basın bülteninde “Projenin etkileşim portalı Yaşayan Ansiklopedi’de yer alan ‘Research’ (Araştırma) modülü ile doğa hakkında akademik bilgilere ulaşmak, ‘Create’ (Yaratıcılık) modülüyle doğal yaşama ilişkin görsel tasarımlar oluşturmak, ‘Dream’ (Hayal Etme) modülüyle yapay zekânın öğrenilmiş imgelerinden hareketle doğanın sürekli değişen görsel temsilini üretmek mümkün” şeklinde ifade edilen yapı aslında bundan çok daha fazlası.
Bu aslında bilimle içli dışlı olan ama eserlerini sanat alanında yazarak veren Jules Verne, Isaac Asimov, Arthur C. Clarke gibi kişilerin başka bir dünya hayal etmemizi ve kullanım örnekleri üzerinden önümüze çıkardıkları simülasyonlarla bizi o dünyaya hazırlamala rollerini üst perdeden günümüze taşıyor.
Öncelikle Yaşayan Ansiklopedi kavramını vurgulamak gerekiyor. Bizim gibi, yaş itibariyle, Meydan Larouuse ve Ana Britannica kuponu biriktirmiş bir kesim, yaşayan bilginin değerini çok iyi bilir. İnternetin bulunmadığı çağlarda, varsa evde yoksa kütüphaneye giderek bu ansiklopedilerden ödev hazırlardık. O zaman ansiklopedide bulduğumuz başlığı okuyup kendi cümlelerimizle dosya kağıdına aktarırdık.
Bu çok anlamsız bir işlemdi çünkü zaten bilgi orada duruyordu ve bunu replike etmenin herhangi bir anlamı yoktu. Bugün veri tekilleştirme adı altında yapılan işe pazar yaratma dışında herhangi bir anlamı olması mümkün değildi. Kömür bulunmadığı için o yıllarda her evde bulunan ve gaz sobalarında kullanılan gaz yağını pamukla dosya kağıdının üzerinde gezdirip saydamlaşmasını sağladıktan sonra haritaları kağıda aktarır ve yüksek not almak için renklendirmeye de zaman harcardık.
Üstelik ne yapmamız gerektiğini de bilmezdik. Bir gün Romanya’nın fiziki haritasını çizme ödevini yapmıştım. Çok güzel de boyamıştım ama sınıfta öğretmen komşularını neden işaretlemediğimi sormuştu. Ben de Romanya’nın haritasını istediğini ve bölgenin haritası demediğini söylemiştim. Sonuç, notumun kırılması olmuştu ama zaten not derdinde değildim. Ama öğrenmek güzeldi. Mesela, 1980’de Kenan Evren’in darbesinden sonra coğrafi atlaslar toplatılmış ve Ege haritalarında adalar ile aramıza kırmızı kesikli çizgiler çizilmişti. O zaman bunun ne olduğunu anlamamıştık ama Türkiye’nin deniz sınırlarının değişmesi konusunda bir yola girildiğini yıllar sonra anladık.
Böylece yıllar sonra, ansiklopedilerle ilişkimizin iki yönü olduğunu anladım. Birincisi, ansiklopedi ile yapılan işlerin tamamı, gerçek anlamda zamanı harcamaktı çünkü bilgi yaşamıyordu. Ölülerle ilgili olanlar dışında her bilgi geçerliliğini yitirmeye yazgılıydı. Ancak ölüm maddenin tamamlanmasını sağlıyordu. Üstelik ansiklopedilerde birinin ancak doğum yılını yazabiliyor ve yaşını yazamıyordunuz çünkü bir yıl sonra değişiyordu. İkametgâh, demografi, birinin kaç kitap yazdığı gibi değişken bilgiler ansiklopedide yer alamıyor ya da kısa sürede güncelliğini yitiriyordu. O zaman yediklerimizle şu anda yediklerimizi karşılaştırdığınızda çoğumuz 1970’lerde ne yediğimizi hatırlamayacaktır. Bütün bu ölü bilgiler arasında bizim eğitim sistemi içinde edindiğimiz deneyim ise tamamen gerçekti ve içinde hayalleri barındıracak kadar zengindi.
Jules Verne, o yıllarda tanıdığım bir yazar olmuştu. Mahallemizdeki Aziz Berker Kütüphanesi’ne gidip şans eseri Arzın Merkezine Seyahat kitabını okumaya başladığımda, önümde bambaşka bir dünya açıldı. Kütüphaneye ilk defa gitmek ve oradaki çok ciddi görevli ile tanışmak, kitapta anlatılandan çok daha heyecan verici bir macera olmuştu. Ancak cilt kapaklı, sayfaları sararmış ve kendisine has bir kokusu olan o eski kitap muazzam bir deneyimdi. Sonra Denizler Altında 20.000 Fersah ve Aya Yolculuk geldi. Kitaplar bilimsel gerçeklere olduğu kadar insanın doğasını anlamaya doğru da bir yolculuğu önüme koyuyordu. Müthiş bir deneyimdi ancak bu deneyim, çevresindeki her gelişmeden korkarak bir ansiklopedinin sayfaları arasına sıkışmış olarak yaşamayı tercih eden insanların, zihinsel gelişimini tamamlayamayan bir yaşam formu olduğunu bana tekrar tekrar gösterdi.
İnternet evriminin kayıp halkasını Refik Anadol tamamlıyor
Yaşayan Ansiklopedi kavramı, hem bu evrimin takıldığı noktadaki sorunları çözmek için bir araç olma hem de yeni teknolojinin vaat edip gerçekleştiremediği şeyleri hayata geçirme potansiyelini taşıyor. Bu potansiyelin ne kadar gerçekleşeceği sorusuna vereceğim yanıt ise, bazılarının uyum sağlayacağı bazılarının ortadan kalkacağı şeklinde. Konuyu şöyle açıklayayım: Google’ın ilk kurulduğu ve internetteki verilerin endeksini tutmaya başladığı dönemde, bu işin önemini anlatmak için İskenderiye Kütüphanesi örneğini veriyorduk. Oradaki bilgiler internette olsaydı ve bir arama motoru ile ulaşılabilir olsaydı, dünya bambaşka bir yerde olurdu, diyordu. Yanıldığımızı yakın zamanda bir kez daha anladım; Grönland tartışması vesilesiyle.
Bahsettiğim yazar Jules Verne, 1889’da yayımlanan “Purchase of the North Pole” hikayesinde Kuzey Kutbu’nu satın almaya çalışılan ABD’li bir şirketin başlattığı süreç anlatılıyor ve işin içine farklı coğrafyalar ekleniyor. O dönemde coğrafi olarak “İngiliz İmparatorluğu içinde yer alan Kanada’nın” hakkı olduğu düşünülen Kuzey Kutbu’nu satın almak için bir ABD şirketinin harekete geçmesinin ardından o zaman için İzlanda ve Faroe Adaları üzerinde söz hakkı olan Danimarka, Almanya, Rusya, Fransa ve İskoçya gibi ülkeler farklı tutumlar alıyor ve Jules Verne konuyu bu tavırlar üzerinden etraflıca masaya yatırıyor.
İskenderiye Kütüphanesi’nin yanıp yanmaması fark etmeden, Grönland’ın sahipliği konusunu 130 yıldan fazla bir süre önce konuyu yazan Jules Verne’in yazdıklarına hakim olmadan tartışmaya çalışan bugünkü insanın zekâsı ile ilgili yorum yapmak istemiyorum. Konu H.G. Wells’in yine benzer dönemlerde yazdığı Zaman Makinesi’nde ifade ettiği gelecek kurgusundan farksız. Kitapta geleceğe gidildiğinde bütün sorunları çözüldüğü için bir kubbenin altında mutlu mesut yaşayan çocuk formatındaki insanların hikâyesi anlatılıyor. Sorun çözme yeteneğini kaybetmiş olan bu kitle, kubbenin, bakımı yapılmadığı için yıkılmaya başlaması ve bu vejeteryan insancıkların huzurlu yaşaması için yer altındaki kömür madenlerinde çalışan etobur kardeşlerinin geceleri onları kaçırıp yemeye başlaması ile mutlu yaşam yerini başka bir dünyaya bırakır.
100 yıl öncesini hatırlamadan mucizeler yaratmaya çalışan günümüzün ortalama insanı ile nereye kadar gidebileceğimiz çok net ancak bir çatışma burada insanların acizlik olarak nitelenebilecek durumunu yaşamasını engelliyor. Bu da yine Jules Verne’in yazdığı 80 Günde Devr-i Âlem’de tablo olarak karşımıza çıkıyor ama kitaptan çok Jackie Chan’ın başrolünde oynadığı filmde kör gözüne parmak haline geliyor. Bir mücevheri çalmak için İngiltere’ye gelen Jackie Chan, deneysel bilim alnında çalıştığı için bilim adamları tarafından küçümsenen Phileas Fogg’un gerici bilim toplumunu alt etmesini sağlar. Bunu da yine, sürekli doğuya gidildiğinde aynı yere gelindiğinde 24 saat fazla oluştuğu bilgisi ile sağlar.
Bizim İTÜ’de okuduğumuz dönem olan 1980’lerin sonunda, yarıiletken devriminin ortaya çıkardığı transistörlerin, elektronik komponent olarak tüplerin sağladığı olanakları mobiliteye taşıması mucizesine tanık oluyorduk. Çok heyecan vericiydi ama elimizde ne bilgisayar ne de MP3 çalar vardı. Okuyorduk. Sonra yaşamaya başladık.
Refik Anadol’un, Nvidia CEO’su Jensen Huang ile fotoğrafının bende çağrıştırdığı, teknolojiyi geliştiren ile onu kullanarak insanın dünyaya uyum sağlamasını sağlamanın gururlu anıtı oldu. Bunu düşünmemi sağlayan da Nvidia’nın güçlü grafik kartları ile kervana bir katar daha eklemek yerine Anadol’un, daha önceki yapay zekâ dil modellerinin doğada olanla uyumlu olmaması nedeniyle farklı bir şey yapması oldu.
Anadol’un 200 kişilik ekibi, Türkiye İş Bankası’nın sağladığı finansman ve MESS’in sağladığı lojistik destek ile 33 bölgeyi modellerken bu veri üzerinde yapay zekâ geliştirmeye başlıyor. Daha iyi ifadelerle, bültende, “Proje için Türkiye genelinde 33 milli parkı kapsayan veri toplama ve işleme çalışmaları, İş Bankası’nın 100. kuruluş yılı olan 2024’ün Temmuz-Kasım ayları arasında tamamlandı. Sahalardan toplanan ses, görüntü ve tarama verileri ile açık kaynaklı akademik veriler, özel veri işleme teknikleriyle düzenlenerek yapay zekâ geliştirme süreçlerinde kullanıldı” deniyor. Gelecek program konusunda ise benim Anadol ile yaptığım üç dakikadan kısa görüşmeyi aktarmak istiyorum. Benim 1986’da mezun olduğum Kadıköy Anadolu Lisesi’ni (Maarif Koleji) benden yaklaşık 20 yıl sonra 2005’te bitiren Anadol ile görüşmemiz biraz hızlı geçti ama kapsamlı bir konuşma oldu. Bu nedenle yazdıklarımı anlamayalar olursa ayıplamam ama Anadol gibi bir değerimiz bu yaklaşımı ortaya koymuşken ABD’de tasarlanan pahalı bir çözümün ucuzunun Çin’den çıkmasını mucize kabul etmeye karşı böyle bir hoşgörümüz olmaması gerektiğini düşünüyorum.
Yapay zekâda gelecek program
Diyalogu aktarmadan önce şu konuların altını çizmek istiyorum. Birincisi, Anadol’un kurgusu, Isaac Asimov’un Foundation and Empire (Vakıf) serisinin sonunda Tanrıça Gaia üzerinden önerilen çözümün cisimleşmiş hali. Bu, kainata yeni bir dengenin gelmesini sağlıyor.
Çok derin bahsetmese da, Anadol bunu Agentic.AI yaklaşımı ile birden çok yapay zekâyı ya da zekâcığı birlikte çalıştırarak sağlıyor. Şu anda modelin işlemesini sağlayan yapı, dört yapay zekâ modülünün üzerine kurulu. Gelecekte bu sayı artacak. Bunun sonucu daha nokta atışı sonuçlar alabilen görev gücü benzeri yapılar üzerinden sonuca ulaşılabiliyor. Bu aynı zamanda enerji sarfiyatını da aşağı çekiyor. Ve tabii bütün bunların üzerinde modelin açık kaynak olması sisteme ekleniyor.
Şimdi gelelim o ayaküstü sohbetimize.
Kerem Özdemir: ABD’de Colossal adlı şirket yapay zekâ ve genetik mühendisliğini kullanarak beş yıl içinde yünlü mamutu ekosisteme geri getirmeyi planlıyor. Ben sizin Gökhan Hotamışlıgil ile çalışmalarınızda bilimle sanatın nasıl iç içe girdiğini de biliyorum. Burada sınır ne?
Refik Anadol: İşte bu tartışmaya başlamak için çok güzel bir yer. Ben şimdi sanatçı olarak şuradan bakıyorum. Hep şu soruyu soruyor sanatçılar tarih boyunca: Gerçekliğin ötesinde ne var? Bu sorunun cevabı benim için böyle modellerde, böyle ufku açık soru cevap sürecinde beyin fırtınası yaratabildiğimiz bir dünya. Bilimsel olarak baktığımız ve mesela sadece Türkiye üzerindeki kimlik bilgilerine baktığımız zaman bile, bir araya daha önce hiç gelmemiş bir yapay zekâ ağa düşünebiliyoruz. Göremediğimiz, düşünemediğimiz sorular var içerisinde.
Kerem Özdemir: Siz sanatınızı yaptınız, o bilimini yaptı. İnsanlar faydası oldu. Şimdi bu öyle bir dönem ki acaba doğayı sadece odaklanan bir yapay zeka alanında yeni bir şekilde doğayı bir daha okuyabilir miyiz? Görebilir miyiz?
Refik Anadol: Doğanın sesini bulabilir miyiz? Yani o kadar muazzam kapsamlı şey ki doğa. Bu arada flora gibi açılardan baksak çok daha kapsamlı. Dolayısıyla böyle bir hayaldi. Amazonla başladık; Yağmur ormanlarıyla başladık veri toplamaya. Yarım milyar veri ile başladık temelinde. Ama tabii orada Türkiye’nin olmadığını fark edince ve Hakan Bey’in (Türkiye İş Bankası Genel Müdürü Hakan Aran) de çok değerli katkısıyla hani Türkiye’de bunun bir parçası olabilir diye başlayınca muazzam bir yere geldik. Bu sefer bir ülkenin kendi veri havuzu ortaya çıkmış oldu. Ya şimdiden birçok ülke bundan ilham alacağını eminim. Yani bir hareket yaratma şansı var demek istiyorum.
Kerem Özdemir: Bunu Elon Musk’a satabilir miyiz? Musk, akıllı adamlar tarımla uğraşır diyor ya; tarım konusunda biz bunu kullanabilir miyiz?
Refik Anadol: Tarım olabilir, öğrenci olabilir, araştırmacı olabilir. Zihnini açacak bir deneyim. Tabii ki tarımda çok dahi bir cevap verebilir. Daha önce akla gelmemiş bir biçimi, bir türü daha önce akla gelmeyen yerde yetiştirerek başka bir ekosistem yaratma şansını önerebilir. Mesela Grönland’da o kadar önemli ne var?
Kerem Özdemir: Son olarak açık kaynağı da anlatır mısın?
Refik Anadol: Burada en büyük niyetimiz bu veriyi açık kaynaklı yapmak. Çünkü şunu fark ettik ki ülkemizde böyle bir veri yok. Yani harika, iyi niyetli hocalarımız var. Akademik kaygılar var ama sitelere giriyorsunuz. Kimi 2008’de güncellenmiş; çok ciddi eksikler var. Bunu da biraz aslında bütünleştiren, bütün bu kaynakları ayrı ayrı değil de bir yerde buluşturan yeni bir yaşayan kütüphane gibi düşünebiliriz bunu. O kısmını açık yapmak istiyoruz. Böylelikle alanda uzman bir kişi de bu belli bir şey yapabilir. Bu bir fikir; daha fazla fikir olabilir, onun önünü kapatmak istemedik.