23 Nisan’dan önceki bu son yazımda dijital çağ ile tarihi biraz birleştireyim.
Bugünlerde İstanbul’da çılgınlar gibi teknoloji toplantısı yapılıyor. Bunun nedenlerine baktığınızda üç konunun öne çıktığını görüyorsunuz. Birincisi ve en önemlisinin teknoloji ile ilgisi yok. Kurban Bayramı yaklaşıyor ve şirketler bunun öncesinde etkinlik bütçelerini yakmak zorunda yoksa bir sonraki sene aynı bütçeyi global yapılardan alamazlar. Eskiden ulusal dediğimiz yerel şirketlerin içindeki etkinlik ekipleri de bayramdan önce bu işlerini yapıp bütçelerini yakmak zorunda. Bunun nedeni de şirketlerin hayatında mali yıl diye bir şey olması ve planlama ile icraatın bu takvime göre yapılması. Bu yoğunluk belirli şeyleri anlamayı sağlıyor. Dikkat çeken üç konu diye bahsedebilmemi sağlayan bu yoğunluk oldu.
Bu ilk maddenin ardından ikinci madde olarak teknolojik bir gelişmeyi sayabilirim ama bunun sadece teknoloji ile ilgili olmadığının da altını çizmeliyim. Şöyle anlatayım: Vurgulansa da alt metin olarak kalsa da yeni teknolojilerle ilgili en önemli pazar dinamiğini yapay zekâ ve sanallaştırma oluşturuyor. Yapay zekâyı zaten biliyorsunuz; sanallaştırmanın bu kadar revaçta olmasının nedeni Broadcom’un VMware’i satın almasının ardından bu alanda tarifeyi yükseltmesi ve başka şirketlerin bu pazardan pay alabilmek için fiyat, performans ya da fiyat/performans dinamikleri ile pazar payı alıp bir gelir akışı yaratabileceklerini görmelerini sağladı.
Bu, bütün diğer alanlar ve teknolojiler için de yenilik ve alternatif yaratma ile şirketlerin birbirinden pay kapabilmeyi hedeflediği bir döneme girdiğimizi gösteriyor. Ancak üçüncü maddeye gelirsem, bunun da dikensiz gül bahçesi olmadığını göstermek istiyorum. Veri analitiği şirketi SAS’ın İstanbul’da yaptığı toplantısında üzerinde konuşulan en önemli çözümlerden birini şirketlerin faaliyetlerinin bilançolara etkisini görmesini sağlayan fonksiyon oluşturdu. Bunun önemini anlamak için Türkiye’den biraz kafamızı kaldırıp Fortune dergisinin en büyük 500 şirket sıralamasına bakalım. Dergi, geçen hafta servis ettiği tematik bültenlerinden birinde ABD şirketlerinin geleceğe yönelik tahminleme yapamadıklarının altını çizdi. Fortune 500 listesinde çeşitli sıralarda yer alan şirketler, şirketin finansal performansı ile ilgili öngörüde bulunmayı (guidance) ya bırakıyor ya da yaptıkları öngörülerin arkasında durmayı bırakıyor.
Bu tür dönemler, işlerin değişmeye başladığının anlaşılması açısından değer taşıyan birçok alamet ya da gösterge sunar. Değişim birçok şeyi beraberinde değiştirerek yeni bir ortam yaratırken burada eski ile yeni arasında bir yerde duranlar kendi varlıklarını bir süre daha sürdürmeyi başarabilseler de değişim en sonunda herkesi ve her şeyi süpürür. Ben de bu yazıda arada durup bir şey yapmaya çalıştım. Bir yandan eskinin statik düşünüşüyle çocuklara ait 23 Nisan’ı atlamadan bu yazıyı yazmak istedim; diğer yandan kalıplara bağlı kalmadan dijitalleşme başta olmak üzere değişimin etkilerini yansıtmaya çalışacağım.
23 Nisan neden çocuklara verilmiş bir hediye
Bunun onlarca açıklamasını zaman içinde duydum ama bence bunun nedeni Gazi Mustafa Kemal’in kendi hikâyesidir. Osmanlı Paşası olarak ordulara komuta eden biri, muhtemelen Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni ülkenin her yanından gelen temsilcilerle açtığında muhtemelen kendisini bilmediği bir maceraya atılan bir çocuk gibi hissetmiştir. Selanik’te çocukken arkadaşlarına birdirbir oynatıp eğilme sırası kendisine geldiğinde “ben eğilmem” deyip sıradan çıkmasına benzetebiliriz. Yaşar Kemal’in Ağır Dağı Efsanesi’nde karşılaştırmasını yaptığı paşa ve bey mevkilerinin birinden diğerine geçtiğindeki durumu, bir çocuğun öğrenim hayatının başlamasına benzetebiliriz. Her iki örnek de bize, bu çocuk hissiyatını çağrıştırıyor. Ancak bir fark var: Bizim cumhuriyet yanılsaması yaratmaya odaklı siyasi iktidarlarımızın geçmişte de yaptığı gibi 23 Nisan’da başbakan koltuğuna bir çocuk oturtmaya benzer bir maceradan bahsedemeyiz. Burada söz konusu olan, kanalizasyonu patlamış bir mahallede kendi başına yaşamak zorunda olan bir çocuğun önce mahalleyi basan pisliği temizleyip sonra da mahalleliyi insanca yaşanabilir bir hale getirmesine benzer bir hal söz konusudur. Bunu bir çocuk saflığı ile yapmayı başarmış ve götürebileceği kadar götürmüştür.
Edebiyatı bir kenara bırakıp bu konuyu iş yönetimi boyutu ile ele alırsam, Şahin Tulga’nın zamanında katıldığım bir üst düzey yönetici eğitiminden örnek vermem gerekir. Benim adını marshmellow (Amerikan lokumu) testi olarak hatırladığım ancak konunun uzmanlarının anlattığıma hiç dikkat etmeden “o test öyle değil” diye yorum yaptıkları ve hatta e-posta atıp beni eğitmeye çalıştıkları test, tam olarak Gazi Mustafa Kemal’in deneyimini anlatır. Gruplar haline katıldığımız testin süresi bittiğinde, sanırım sadece bir grup yarım yamalak bir şey yapabilmişti; bizim grup ise hiçbir şey başaramamıştı.
Önce testi anlatayım: Gruplar halinde ayrılan ekiplere bir miktar spagetti, ip, yapıştırıcı bant ve marshmellow veriliyor. Buradaki amaç, spagettilerden bir kule yapıp ucuna marshmellow’u takmak. En yüksek kuleyi yapan ve marsmellow’u bunu yıkmadan tepesine takan grup testte şampiyon oluyor. Diğer grupları bilmem ama bizim gruptaki arkadaşların nasıl davrandıklarını çok iyi hatırlıyorum. Bir patron ve bir yönetim kurulu üyesi düzeyinde iki kişi ile başlayayım. Patron, “sen şundan sorumlu ol”, “sen bundan sorumlu ol” diye tek kişilik departmanlar oluşturdu. Yönetim kurulu üyesi aynı şeyi “arkadaşlar” yaklaşımı içinde ve fonksiyon tanımlayarak yapmaya çalıştı. Profesyonel yönetici danışmanı olan bir diğer arkadaş, kenarda durup herkes nasıl yapacağını ele alırken masanın üzerinden bir şey uzatıp “acaba bantla mı tuttursak” veya “spagettileri üçe mi ayırsak” gibi önerilerle ne olduğunu anlamadığımız şeyler söylüyordu. Bir diğeri “öyle yaparsak yıkılır” analizleri yapıyordu. Pazarlama tarafındaki birisini ise, “kuleyi iple su borusuna asarsak en yüksek kule bizimki olur” yaratıcılığı ile aramızdaydı. Çalışırken üzerine marshmellow’u yerleştirme noktasına geldiğimizi düşündüğümüz spagetti kulesi, sürenin dolduğu söylendiğinde ve kuleyi tutan arkadaş bıraktığında darmadağın olup masaya döküldü. Döküldü diyorum çünkü kuleyi hatırlatan hiçbir şey kalmadı.
Şahin Tulga’nın bu testle ilgili olarak gösterdiği videoda, bu testte en başarılı olanların çocuklar olduğu ve iyi bir mühendis kadrosu ile desteklenen CEO’ların ikinci sırada yer aldığı anlatılıyordu. Gazi Mustafa Kemal’i iki grubun parçası olarak da düşünebilirsiniz. Çocukların oyun oynar gibi ve diğer grubun da profesyonel anlamda olmak üzere her iki grubun da başarısının sırrı, üzerine marshmellow’u baştan yerleştirdikleri kuleyi aşağıdan yukarıya doğru yükseltmeleriymiş. Gerçek hayat bunu gerektiriyor: Yukarıdan başlayarak inşa ettiğiniz kuleleri ayakta tutabilmek o kadar kolay değil.
Mühendis olarak bir analiz yapmak istiyorum. Hatırladığım kadarıyla bizim de yaptığımız hata, sağlam olması ve spagettilerin kırılmaması için bağları spagettileri neredeyse yarı yarıya üst üste bindirerek bağlamamızdı. Oysa daha geniş olan bandı kullanarak uçların birbiri ile daha esnek bir biçimde bağlanabileceği bir model kurmamız gerekiyordu. Böylece iple sıkıca bağlamanın aksine spagettilerin birbiri ile bir arada duracağı ama esneme payları da olabilen Türkiye Büyük Millet Meclisi benzeri bir yapı kurabilirdik. Böylece kulenin ayakları yeterince açılabildiği için yayıldığı zemin genişler ve dengede durması sağlanırdı. Bu ayakların tek tek durup kırılmasını ya da dengesizleşmesini engellemek için de bunların belirli sayıdakini birbiri ile iple bağlayarak bir sacayağı benzeri yapı kurmak gerekiyordu. Parlamenter demokrasi de kuvvetler ayrılığı olarak adlandırılana benzeyen ve birbirinden ayrıldığında sistemi ayakta tutmayı sağlayan bu üçlü yapı –sayı değişebilir- kulenin sağlam durmasını sağlayabilirdi. Ama kulenin devrilmesini engelleyecek olan, değişmez bir şekilde hâlâ ağırlık merkezinin bunların oluşturduğu sanal çemberin içinde kalması olacaktı. İlk defa karşılaştığımız bir durum karşısında bunları hesaplayabilseydik testi geçebilirdik. Güzel olan, çocukların bütün bunları bilmeden de çocukluk içgüdüleri ile sonuç almasıydı. İş yönetimi perspektifiyle 23 Nisan’ın çocuklara hediye edilmesi bu şekilde doğru bir karardır. Gazi Mustafa Kemal, kendisi de çocuk ruhunu ve saflığını koruyarak bu doğru kararı verebilmiştir.
Çocuklara dayanan sistemleri öldürmek mümkün değildir
Çocukken küfür etme alışkanlığı olmayan babamın kullandığını duyduğum iki ağır hakaret ifadesini hatırlıyorum. Bunlardan biri “İşten pazarlıklı” ve diğeri “dini var imanı yok” idi. İlkinin “içten pazarlıklı” olduğunu yıllar sonra öğrendim. Çocuğuz sonuçta; her şeyden haberimiz oluyor ama neyin ne anlama geldiğini anlamakta o kadar başarılı değildik. Bugün teknoloji ve dijital araçlar, çocukluğumuzdan izi kalan birçok şeyle yeniden buluşmamıza olanak tanıyor.
Örneğin babamın bize söylediği bir şiir vardı: “Güzel düşün. İyi hisset, yanılma, aldanma.
Ne varsa doğrudadır, doğruluk şaşar sanma.” derdi. Bu bölümü hiç unutmadım ama baba öüdü olmasının dışında bir boyutundan da haberdar değildim. Bu yazıyı yazarken aklıma geldi ve Google’ladım; Bu yaşımda Tevfik Fikret’in Rücû şiirinin bir parçası olduğunu öğrendim. Şöyle devam ediyor:
“Koş ittihâda, teâliye, sa’ye, ikbâle;
Fakat unutma ki yol intizâm-ı meşvetle
Yakınlaşır, kısalır... Doğru at adımlarını;
Düşün; bugünkü adımlar hazırlıyor yarını!”
siirparki.com adresinde herhalde Tevfik Fikret’ten alıntılanan beşinci şiir olduğu için https://www.siirparki.com/tevfik5.html adresinde yer alan şiirin bu kıtasının daha Türkçe açıklaması şöyle:
Güzel düşün, iyi hisset, yanılma, aldanma,
Ne varsa doğrudadır, doğruluk şaşar sanma.
Birleşmeye, yükselmeye çalışmaya, ikbale koş;
Fakat unutma ki yol, yürüyüşün düzenliliğiyle
Yakınlaşır, kısalır... Adımlarını doğru at;
Yarını bugünkü adımların hazırladığını düşün.”
Küçük bir ek araştırma ile ikbâl sözcüğünün “umut, başarı ve mutluluk” anlamına geldiğini ekleyeyim.
1867’de doğup 1915’te ölen Tevfik Fikret, 1924’te doğup 2012’de ölen babam üzerinden bana ulaşıyor ve ben bugün nihayet bunun ne anlama geldiğini merak ettiğimde internetin sağladığı olanaklar sayesinde Tevfik Fikret’in şiirinin bir parçası olduğunu öğrenebiliyorum. Bize bırakılanların anlamını merak edip anladığımızda ne kadar büyük bir miras devraldığımızı anlıyoruz ama bu merakı ancak çocuk kaldığımız sürece koruyabiliyoruz.
Hem Emevilerin hem de Abbasilerin düşman olduğu İmam-ı Azam’ın hikâyesini bilenler bilir. Bir kız çocuğu olan Hanife’yi evlat edinen İmam-ı Azam, bir süre sonra çocuğun Büyük İmam anlamına gelen bu adıyla değil, Hanife’nin babası anlamına gelen “Ebu Hanife” adıyla anılmaya başlar. Kendisine saygı duyan kesim bunu engellemek ve kendisine gereken saygıyı gösteren isim olduğunu düşündükleri “İmam-ı Azam” adının kullanılmasını sağlamak isterler. İmam-ı Azam buna gerek olmadığını söyler. Tam adı Vikipedi’de “Ebû Hanîfe Numân bin Sâbit bin Zûtâ bin Mâh” olarak verilen fıkıh ve hadis bilgininin Hanefi mezhebinin kurucusu olduğunu yazmama gerek yok. Ancak yazının bu bölümünü toparlarken ulaştığım bir diğer bilginin, İmam-ı Azam’ın aslında bir kızı olmadığı ve Iraklılar arasında “hanife” denilen bir divit veya yazı hokkasını devamlı yanında bulundurması sebebiyle verilmiş olduğu söylenmektedir. İnternet bize bu bilgileri sağlarken bir de hayatın kendi gerçekleri bulunuyor ve bunlar internetin üzerinde yer alıyor.
Alphan Manas’ın babası Oğuz Manas’ın biyografisinde, Alphan’ın çocukluğunda kendisine “Oğuz Bey’in oğlu” dendiği ancak Alphan büyüyüp de tanındıktan sonra Oğuz Bey’e “Alphan’ın babası” diye hitap ettikleri yazıyor. Ben de kendi hayatımda aynı geçişi yaşadım. Yaşadığım için bunu biliyorum. Bildiğim için bunu yazıyorum. Milli egemenlik ile çocuk ilişkisi de buna benzer bir durum yaratıyor ve biz Atatürk’ün 23 Nisan’ı çocuklara hediye etmesi sayesinde internette bir şey okumamıza gerek kalmadan da bu ilişkiyi biliyoruz.