Past & Present dergisi etrafında kümelenen Marksist tarihçiler 1950’lerin feodalizmden kapitalizme geçiş tartışmalarının izleğini uzun süre takip ettiler. Bu ilk tartışmaydı. Burada iktisatçı Maurice Dobb sınıf mücadelesi-teknolojik gelişme-devlet ve piyasaların siyasal iktisadı olarak üçlü bir yapıya oturtabileceğimiz Marksist corpus’un sadece sınıf mücadelesi bacağına odaklandı. Dobb yaklaşımının iki temel zaafı vardı. İlk olarak, Dobb feodal üretim tarzının genel bir krize girmeye yazgılı olduğunu varsayarak çöküşün nedenini feodalizmin sermaye birikimine ve teknolojik ilerlemeye cevaz vermeyen sistemik teşvik eksikliğine ve serflerin aşırı sömürülmesine bağladı. Ancak bu durumda nasıl olup da feodalitenin 1000 yıl ayakta kaldığını -bu konuda rivayet muhtelif- ve bu sürenin yarısında toprak, teknoloji, nüfus ve ekonomi açılarından gelişebildiğini açıklamak için başka bir yaklaşıma ihtiyacı vardı. Kaldı ki krizin tarihini tam olarak nereye yerleştireceğine karar veremediği için Sweezy tarafından eleştirilmişti. Dobb “piyasa karşıtı” bir sapma içine girdiğini sonraki yıllarda ifade etti. Sweezy’nin müdahalesi Marksist tarihçiler arasında dışsal bir faktör olarak uzun mesafe ticaretinin önemiyle içsel bir faktör olarak küçük (basit) meta üretiminin gelişmesini “ana dinamik” adayları olarak karşı karşıya getirdi. İronik olarak, Polanyi Dobb’u yanlış yorumladı. Dobb’un fiyat mekanizmasından bahsetmesini kapitalist pazarın o zaman bile kurumsallaşmaya başladığını savunduğunu zannederek eleştirdi. Bu eleştiri çok erken dönemde, Dobb kitabını yayınlar yayınlamaz yapıldığı için sonraki tartışmaları bir hayli etkiledi.
İkincisi, Dobb sadece İngiliz feodalizminin tarihini inceledi ve oradan genellemelere gitti. Marx da İngiltere’yi örnek göstermişti ancak daha sonraki gelişmelerin ışığında tek ülkeden kalkarak tüm Avrupa tarihine ilişkin sonuçlar çıkarmanın yanlışlığı anlaşılacaktı. Neden Avrupa feodalitesi yer yer daha gelişkin iken 1400-1700 arası kapitalizme ilk geçen İngiliz tarımı oldu? Dobb bu soruya cevap vermedi. Gerçekten klasik tarzda bir tarihçi olan Marksist Rodney Hilton da ilk döneminde, 1970’lere kadar, tamamen sınıf mücadelesine odaklandı. Britanya KP tarihçi grubunun ana temalarından olan “işçi sınıfı tarihi” yaklaşımına bağlılığı da bunda rol oynadı. Hilton, Dobb’u izleyerek, Britanya’da feodalizmden kapitalizme geçişin ana motorunun rant (artık ürün) üzerinde lortlar ve serfler arasında bitip tükenmeyen sınıf mücadelesi olduğunu iddia etti. Buna göre rant üzerinde dönen sınıf mücadelesi geç dönemde eskiden kendi kendisine yeten köylülerin topraktan koparılmalarına, sosyal farklılaşmaya ve bir grup zengin köylünün pazar için üretim yapmaya başlamasına neden oldu. Değişim topraktan kopan köylülerin ücretli işgücüne dönüşmelerine yol açtı ve sonunda tarımda kapitalizmin gelişmesine ulaşıldı. Böylece sınıf mücadelesi sanayi kapitalizmine geçişi de açıklayan bir motor olarak resmedildi. Brenner tartışmasına böyle gelindi.
Dobb gibi Hilton da teknolojik gelişmeye ayrı bir önem atfetmedi. 1950’lerin teknolojiye vurgu yapmayı küçümseyen Marksist tarihçiliğinin izleri Hilton’da da görülüyor. Bu doğaldı çünkü Hilton, Dobb gibi, klasik tarihçi Postan’a katılarak feodal dönemde teknolojik seviyenin düşük ve gelişmenin statik olduğunu kabul etti. Temelde durağan bir toplum imgesi altta yattığı için Hilton sınıf mücadelesini üretici güçler –üretim ilişkileri değil- içine yerleştirdi. Ancak Hilton 1973 tarihli Ford Lectures’da lortların yatırım yapmadıklarını ve toprağın parçalanmasının köylüleri de yatırım yapamaz duruma getirdiğini savunurken, 13-14. yüzyıllarda net sermaye birikimi oranını yıllık %5 olarak hesapladı. Bu hızla 14 yılda bir sermaye stoku iki katına çıkacağı için aslında Hilton’un hesaplamaları ‘durağan durum’ imajına pek uymuyordu. Erken döneminde arz-yanlı şoklara önem veren Hilton 1970’lerden itibaren davranışsal ve talep-yanlı engellere daha çok önem vermeye başladı. 1954 yılında “piyasa için üretimin önemsiz ölçüde olduğunu” yazıyordu. “Kendi kendine yeten köylü ekonomisi” teması ağır basmaktaydı. Hilton zamanla toprak/işgücü oranının-demografik faktörün 14. yüzyılda önemli olduğu ve tarımda kapitalizmin gelişmesine etki yaptığı görüşüne geldi. Hatta sınıf mücadelesi ve toprak/işgücü oranının feodalizmin çözülüşünü açıklayan ana neden olarak dönem dönem yer değiştirebileceğine bile işaret etti. Ancak, bu noktadan hareketle içsel bir demografik gelişme teorisi, yani sınıf mücadelesi-demografi ilişkisinin açıklanması denemesi, oluşturmaya kalkışmadı. Bunu deneyen Guy Bois oldu.
Bu kısa eskizle 1980’e gelmiş olduk. Bugün tarihe bakış değişmiş, çok daha detaylı hale gelmiş halde. Neredeyse 1000 yıl kadar süren bir dönem için “feodal dönem” gibi genel bir adlandırmaya başvurmanın sorunlu olabileceğini Brown ve Reynolds’dan beri zaten biliyoruz. Önemli tarihçilerin, mesela Postan’ın feodalizm terimini pedagojik bir alet olarak düşünüp kullanılmasına pek de karşı çıkmaması, hatta kendisinin de kullanmış olması –feodal sistem tabirine daha sert biçimde itiraz etmiş olmasına rağmen- belki böyle açıklanabilir. Araştırmacı profesörlerin orijininde anlamsız olan feodalizm veya feodal sistem terimlerini kullanmaya devam etmeleri ‘kaba sınıflandırma olmadan üniversite öğrencilerine tarih öğretilemez, gerçeğe daha yakın çalışmaları doktorada anlatırız’ gibi bir yaklaşımı benimsemiş olduklarını gösteriyor. Hatta Postan daha da ileri giderek soyutlamalar olmadan sadece tarihin değil hiçbir entelektüel söylemin mümkün olmayacağını belirtiyor. Hangi soyutlamalar? Keza March Bloch da neredeyse herkesin kendi feodalizm tanımı olduğunu belirtiyor. Georges Duby’nin feodalizmi zamanla soylu haline gelen küçük bir savaşçı grubunda ortaya çıkan karmaşık bir psikolojik durum saydığını da biliyoruz. Ancak feodalite/feodal sistem/feodalizm terimlerinin kapitalizm tabirinden önemli bir farkı var. Bugün kapitalistler dâhil kapitalizm terimini yaygın biçimde kullanıyoruz ancak feodalizmin doruk noktası saydığımız 9-11. Yüzyıllarda kimse bu tabirleri kullanmıyordu. Bir başka deyişle feodaller (lortlar) feodal olduklarını bilmiyorlardı.
Marksist tarihçilerin görüşleri zamanla değişse de temaları belliydi. Ancak farklı ekoller bize bambaşka şeyler anlatmaya başladılar: Pocock (1957), Brown (1974) ve Reynolds (1994) bize çok şey söylüyor. Örneğin feodalizm teriminin İngiltere ve İskoçya’ya uygulanmasının, feudum kelimesinden bir ‘izm’ çıkarılmasının 18. Yüzyıl ürünü olduğunu öğreniyoruz. Brown (1974) bize Lombard kitabı olan Libri Feudorum’dan feodalitenin varlığından bahsedebilmek için gerekli koşullar listesi çıkaran Henry Spelman ve İskoç soylusu Sir Thomas Craig’in adeta Avrupa’nın her yerinde feodalite bulmaya yarayan bir yöntem kullandıklarını yazıyor. Listedeki maddelerin bazıları mevcutsa feudum vardır ve feudum varsa feodalizm de vardır diyebiliriz. Bu yöntem, tekdüze feodal kurumların Avrupa’nın her köşesinde var oldukları bir kez kabul edilince, detaylı bir kurumsal ve siyasi tarihsel incelemeye gerek bırakmayacak kadar tümden gelimci sayılabilir; en azından Pocock ve Reynolds bu kanıdalar. 19. Yüzyılın başında ‘feodal sistem’ yüzyılın ortasında da ‘feodalizm’ terimleri yerleşince iki terim de bir anda yayılıyor ve bin yıla varan bir dönemin tamamı giderek bu etiketin altına yerleştirilebiliyor. ‘Kurgunun tiranlığı’ bu anlama geliyor. Öte yandan feodalizmin hukuki özelliklerini betimleme çabasının 16. Yüzyıl sonu/17. Yüzyıl başına kadar geri götürülebileceği, Coke, Spelman, Lambarde ve Prynne’in buraya yerleştirilebileceği görülüyor.
Bambaşka bir teorik gelenekte yer alan Rodney Hilton’un da, görüşleri zamanla -ama çok yavaş- evrilmekle beraber, tarihçiliğinin ilk on yıllarında tek bir faktöre -sınıf mücadelesi- odaklı tümdengelimci bir yöntem izlediği söylenebilir. Çok uzun süre için –belki yüz seneye yakın- Avrupa’da –hatta Japonya’da- her yerde yekpare bir feodal sistem olduğu ön kabulü kendisine farklı teorik geleneklerde yer bulabilmişti. Bugün bu mümkün görünmüyor.