Ortalık Trump, Çin, savaşlar, tarifeler, yüksek enflasyon, teknoloji rekabeti, ekonomik daralma gibi sorunlarla yanarken, sürdürülebilirlik meselelerini konuşmak, bugün pek çokları için küçümseyici şekilde gereksiz.
Oysa, bu konuların tam da bugün konuşulması gerekiyor. Küresel düzlemde oyunun kurallarının siyasi, ideolojik, ekonomik ve teknolojik olarak yeniden yazıldığı bir dönemdeyiz. Sürdürülebilirlik kavramı da bu noktada kritik bir eşikte duruyor.
Artık, yüzeysel çözümlerle göz boyama lüksümüz kalmadı. Köklü bir dönüşüme ihtiyacımız var. Peki, bu dönüşüm gerçekten isteniyor mu?
Yeşil maske altında büyüyen kriz!
2024 yılında küresel karbon emisyonları, tarihin en yüksek seviyesine ulaşarak 37,4 milyar tonu aştı. Paris Anlaşması’nın 1,5°C hedefi çöktü. Şimdiden ortalama sıcaklık artışı 1,45°C’ye ulaştı. Küresel ısınmanın 2100 yılına kadar 3°C'yi aşması durumunda, dünya nüfusunun %40'ı yaşanamaz bölgelerde kalacak.
Çarpıcı bir tezat olarak, küresel fosil yakıt sübvansiyonları 7 trilyon doları aşarken, iklim adaptasyonu için ayrılan fonlar yalnızca 83 milyar dolarda kaldı. Trump’ın son fosil yakıt çıkışı, küresel düzlemde bu makası artıracak bir etki yapacak.
İnsanlık tarihinde ilk kez, insan yapımı malzemelerin (beton, çelik, plastik) toplam kütlesi, tüm canlı biyokütleyi aştı. Üstüne, üretim paradigmaları sözde güncellenirken, emisyonlar azalmadığı gibi, tüketim alışkanlıkları da sadece ‘daha teknolojik, daha modern, daha yeşil’ bir ambalajla pazarlanmaya devam ediyor.
‘Yeşil pazarlama’ yeni ve kârlı bir sektör haline geldi. Bu durum, sosyolog Ulrich Beck'in risk toplumu teorisini doğruluyor: Modern toplum, kendi ürettiği riskleri yönetemediği gibi, onları ticari bir metaya dönüştürme becerisine de sahip.
Tüm bu denklemde yapay zekâ, yeni bir unsur olarak, iddialı şekilde hayatımıza giriyor. Bir kesim, yapay zekânın enerji altyapılarını ve üretim süreçlerini optimize ederek iklim krizini çözebileceğini savunuyor.
Fakat diğer yandan, hızla büyüyen veri merkezleri ve enerji-yoğun bilişim teknolojileri, toplam enerji talebini katlanarak artırıyor. Yapay zekâ sistemlerinin enerji tüketimi son bir yılda %300'ün üzerinde artış gösterdi. Bu noktada kritik soru: Gerçekçi denge nerede kurulacak? Bu talep nasıl karşılanacak?
Doğayla savaşın kazananı olur mu?
Modernitenin ilk dönemlerinden beri hâkim olan bakış açısı, insanı doğadan kopuk bir özne, doğayı da hâkim olunacak bir nesne olarak görmek üzerine kurulu. Göğsünü gere gere ‘doğaya hükmediyoruz!’ diyen gelişmiş uluslar, bugün yaşanan kuraklıklar, deniz seviyesindeki yükselmeler, biyolojik çeşitliliğin çöküşü gibi sorunlarla aslında kendi hayat alanlarını da daraltıyor.
Daha derinde yatan çelişki, hâlâ doğayı sınırsız bir hammadde deposu; üretimi ise sürekli büyüyebilecek bir faaliyet sanmamızdan kaynaklanıyor. Bu yanılsama hem kapitalist büyüme retoriğinin hem de teknolojiye duyduğumuz sınırsız inancın ortak mirası.
Tüm bu derin sorunlara karşı olası çözümler konusunda bile büyük bir kutuplaşma var. Ülkelerin jeopolitik ve ekonomik öncelikleri, çevre politikalarını da şekillendiriyor. Trump'ın iklim konusundaki retoriği bunun çarpıcı bir örneği. Küresel güçler, sürdürülebilirlik meselesini öncelik listelerinde en alt sıralara itmiş durumda.
Bütün bu karmaşa içinde, ‘gerçekten çözmek mi istiyoruz, yoksa kendimizi mi kandırıyoruz’ sorusu da aslında cevabını buluyor. Gerçek çözüm için topyekûn bir dönüşüm gerekiyor.
Bu dönüşüm, küresel büyüme paradigmasını yeniden sorgulamayı gerektiriyor. Kendi kısa vadeli çıkarlarını korumak isteyen güçlü lobiler ise bu dönüşüme sıcak bakmıyor. Her COP (Taraflar Konferansı) zirvesinde gözlemlediğimiz üzere, nihai bildirgelerde sembolik mutabakatlar öne çıkarken, somut ve bağlayıcı adımlar hep erteleniyor.
Kendimizi artık kandırmayalım!
Son tahlilde, doğayla savaşın kazananı olmayacak. İklim krizine uyumlu bir hayat tarzı, sınırsız büyüme takıntısını ve tüketim çılgınlığını kırmadan mümkün değil.
Yapay zekâ teknolojileri doğru politikalarla birleştiğinde elbette büyük fırsatlar sunabilir. Ancak bu teknolojilerin de kimin elinde ve hangi amaçla kullanıldığı kritik önemde. Toplumsal adalet, katılımcı demokrasi ve ekolojik farkındalıkla desteklenmeyen her teknolojik çözüm, yeni eşitsizlikler ve yeni yıkımlar üretmeye aday.
Mesele yalnızca basit bir çevre hassasiyeti ile sınırlı değil. Asıl soru: Gezegenin kaynaklarını ve ekolojik döngüleri, tüm canlıların sürdürülebilir varoluşu için yeniden düzenleyecek bir iradeye sahip miyiz?
Kendimizi kandırma lüksümüz artık kalmadı. Çünkü doğayla savaşın asıl kurbanı, er ya da geç insanlığın ta kendisi olacak.