Refik Durbaş, her zaman seslendiğim adıyla “şair”, uzun yılların dostu edebiyatın, şiirin ve sözcüklerin ustasıydı… Bugün kelimeleri onun ardından konuşuyor, dizeleri onun hatırasına yankılanıyor. Türk edebiyatının unutulmaz şairlerinden Refik Durbaş, her ne kadar "Çırak Aranıyor" ve "Çaylar Şirketten" şiirleriyle geniş kitleler tarafından tanınsa da edebi yolculuğu sadece bunlarla sınırlı değildi. Gazeteciliği, çocuk edebiyatına katkıları, röportajları ve kaleme aldığı İstanbul kitaplarıyla birçok farklı kulvarda üretmeye devam etti.
Şiir, Şair için sadece duyguların dizelere dökülmesi değildi. Şiirin bir biçim, bir şekil, bir ruh olduğuna inanıyordu. O, şiiri marangozun yaptığı masaya benzetiyordu. "Bir ayağını kısa yaparsan da masa olur, ama eksik olur" derdi. O eksiksiz şiirin peşinde bir ömür harcadı. Sözcükleri kesip biçti, ustalıkla işledi ve Türk edebiyatına derin izler bıraktı.
Genç şairlerin farklı biçimlerde şiir yazmasına önemsiyor, onların denemelerini, yeni anlatım yollarını destekliyordu. Şiirin değiştiğini ama özünün asla kaybolmadığını savunuyordu. Ona göre şiir her zaman kulaktan kulağa, nesilden nesile aktarılan bir mirastı. Bir zamanlar Yunus Emre, bir zamanlar Karacaoğlan okunuyordu ve hâlâ da okunuyorlar. Şiir her daim kalacaktı.
Şiirin sadece okunan değil, aynı zamanda hissedilen ve yaşanan bir sanat dalı olduğunu düşünüyordu. Bu yüzden günlük hayatın içinde, sokaklarda, vapurlarda, tren istasyonlarında, kahvehanelerde şiirin izini sürmekten asla vazgeçmedi. İstanbul’un her köşesine sinmişti dizeleri. Galata Köprüsü’nde, bir çay molasında, Kadıköy’ün ara sokaklarında yankılanıyordu kelimeleri. Ve belki de en çok da yalnızlıkları ve umutları anlatıyordu.
Dostum Refik Durbaş, şiirle olduğu kadar hayatın kendisiyle de iç içeydi. Hastalıklarla boğuşurken bile üretmeye devam etti. Diyaliz merkezlerinde kitap okuyacak, yeni şiirler yazacak kadar hayata bağlıydı. “Özgürlüğüme düşkünüm” diyordu, diyaliz bile onun özgürlüğünü kısıtlamaya yetmiyordu. Çünkü onun özgürlüğü, kelimelerde saklıydı.
Edebiyat, Şair için sadece yazmak değildi. Aynı zamanda yaşamak, hissetmek, tanıklık etmek ve aktarmaktı. Onun pek çok alanda bıraktığı eserler, ne kadar üretken bir kalem olduğunu gösteriyor. Çocuklar için yazdığı neşeli dizelerden, toplumsal meseleleri işleyen ağır satırlara kadar geniş bir yelpazede üretim yaptı. Onun şiiri, hayatın ta kendisiydi ne kapkaranlık bir kuyu ne de göz kamaştıran bir aydınlık, hayat gibi rengârenk, hayat gibi inişli çıkışlıydı. 60'lardan kalma defterlerini bile âdeta birer kutsal emanet gibi saklıyordu. Onların sayfalarına yazdığı ilk şiirlerin altını imzalamış, yaşadığı döneme tanıklık eden birer belgeye dönüştürmüştü.
Refik Durbaş’ın şiiri, tıpkı yaşadığı şehir gibi çok katmanlıydı. İstanbul’un sokakları gibi hüzünlü, İzmir’in denizi gibi coşkulu, Anadolu’nun türküleri gibi içten… “Tramvaya binelim, bu şiirden gidelim” diyordu bir dizesinde. Sanki bu dize, onun şiirle hayatı ne kadar iç içe geçirdiğinin bir kanıtıydı. Belki de bizlere bir vasiyetti; bir şiirden bir şehre, bir kelimeden bir hatıraya doğru yol almak... Onun bıraktığı dizelerin izinden yürümeliydik.
Bir ilkbahar daha geliyor. Ağaçlar çiçek açıyor, sokaklar sessizce şiir mırıldanıyor. Ve biz, Refik Durbaş’ın ardından, onun dizelerini okuyor, onun kelimeleriyle sokakları arşınlıyoruz. Ve belki en çok da şunu düşünüyoruz: Şiir, gerçekten de yaşamanın en güzel yollarından biri…
Şiirleri, Zülfü Livaneli, Hümeyra, Sadık Gürbüz gibi birçok ünlü sanatçı tarafından bestelendi ve seslendirildi; bugün de milyonlara ulaşmaya devam ediyor. Yaşasaydı 81 yaşını kutluyor olacaktık. Sevgili dostumu çok sevdiğim şiiri “Çırak Aranıyor”u Zülfü Livaneli’den sesinden dinleyerek anıyorum.
“Elim sanata düşer usta /Dilim küfre, yüreğim acıya /Ölüm hep bana /Bana mı düşer usta?// Sevda ne yana düşer usta /Hicran ne yana /Yalnızlık hep bana /Bana mı düşer usta?// Gurbet ne yana düşer usta /Sıla ne yana /Hasret hep bana /Bana mı düşer usta?//”
Onu çok seviyor ve özlüyorum:
Hasret hep bize mi düşer usta?