Öncelikle vatandaşlarımızın sonrasında yabancı yatırımcıların güvenini kazanmak için harcadığımız çabaları bir kez kaybettiğimizde, yıllar boyunca aynı şartların geri gelmesi için beklemeye başlıyoruz.
Türkiye’de alınan siyasi kararların yine ekonomi politikalarının önüne geçerek belirsizliklerin hızla yükselmekte olduğu bir döneme girmiş bulunuyoruz. Ancak son haftalarda yaşamakta olduklarımız maalesef gelişmekte olan ülkelerde de zaman zaman olabiliyor diyebileceğimiz kadar basit bir şekilde ilerlemiyor. Hafızalarımızı tazeleyecek olursak hatırlayacağınız gibi, 17 Aralık 2004’te Avrupa Birliği (AB) Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi’nde alınan karar doğrultusunda, 3 Ekim 2005 tarihinde Lüksemburg'da yapılan Hükümetlerarası Konferans (HAK) ile Türkiye resmen AB'ye katılım müzakerelerine başlamıştı. Böylece, Türkiye ile AB arasındaki inişli çıkışlı ilerleyen ilişkiler, o tarihten itibaren çok önemli bir dönüm noktasını aşarak yepyeni bir sürece girmişti. Türkiye bu karar ile birlikte 2005 yılından itibaren gelecek yıllarda çok yüksek miktarlarda milyarlarca dolar tutarında doğrudan ve portföy yatırımı şeklinde yabancı yatırımcıları hızla ülkemize çekmişti.
3 Ekim 2005 tarihli hükümetler arası konferansta müzakerelerin hangi usul ve esaslar çerçevesinde yürütüleceğini düzenleyen "Müzakere Çerçeve Belgesi" kabul edilmiştir. Bu çerçevede müzakereler 3 temel unsur üzerinden yürütülmekteydi. O tarihlerde Dışişleri Bakanlığı’na bağlı olarak faaliyet göstermekte olan Avrupa Birliği Başkanlığı ilgili genel müdürlüğe bağlı bir şekilde AB’ye katılım müzakerelerine katılım çalışmalarını yoğun olarak yürütmekteydi. Dışişleri bakanlığının o tarihte altına imza attığı müzakerelerin özü üç ana unsur üzerinden yürütülmekteydi.
1- Kopenhag siyasi kriterlerinin istisnasız olarak uygulanması, siyasi reformların derinleştirilmesi ve içselleştirilmesi,
2- AB Müktesebatı’nın üstlenilmesi ve uygulanması,
3- Sivil toplum diyaloğunun güçlendirilmesi ve bu çerçevede hem AB ülkelerinin kamuoylarına, hem de Türkiye kamuoyuna yönelik olarak bir iletişim stratejisinin yürütülmesi.
O tarihlerde büyük bir özveri ile ilgili bakanlık başkanlığında ve bağlı olduğu ilgili sivil toplum kuruluşlarının destekleri ile yapılan çalışmalarla aradan geçen 14 yıl sonrasında 13 Mart 2019 tarihinde Avrupa Parlamentosu’nun AB ile Türkiye arasındaki tam üyelik müzakerelerinin askıya alınması çağrısını oybirliği ile kabul etmesinin ardından Türkiye’de bambaşka bir dönem başlamış oldu.
Özellikle Türkiye’ye gelmekte olan sıfırdan doğrudan yabancı yatırım miktarlarında başlayan düşüş eğilimi ilerleyen yıllarda hızlanan trendde devam etti. 2013 yılında Türkiye kredi derecelendirme kuruluşlarından (Moody’s ve Fitch) almış olduğu yatırım yapılabilir ülke notunu 2016 yılında kaybetti. İlk kez dış borçlanma ihtiyacı için yapılan gayretler neticesinde 1992 yılında S&P ve Moody’s tarafından Türkiye’ye verilen yatırım yapılabilir ülke notunu 1994 yılında kaybetmiştik. 19 yıl süresince verilen uzun ekonomik, toplumsal ve siyasi gayretler neticesinde 2013 yılında tekrar kazanmış fakat 3 yıl gibi oldukça kısa bir süre sonunda 2016’da tekrar yatırım yapılabilir ülke kredi notunu kaybetmiştik.
Hayatta kalıcı değer üretmek oldukça uzun zaman alır ancak kaybetmek çok kısa sürer anlayışının bir örneğini yıllardır vermekteyiz. Yıllardır ülke kredi notu değişikliklerinde rapor yayınlayan uluslararası şirketlerin ekonomik yönden kamuoyuna verdikleri açıklamaları, birbirine oldukça benzer özellikler taşımaktadır. Türkiye’nin dengesiz, istikrarsız büyüme trendlerine sahip olması, yüksek dış finansman ihtiyaçları bulunması, TL’nin yabancı para birimleri karşısında düzenli olarak değer kaybına uğraması, yüksek enflasyon durumu gibi temel sebepler birçok defa ilgili raporlara konu olmuştur.
Ancak son 10 yıllık zaman içerisinde ekonominin temel problemlerini çözmek bir tarafa özellikle 2017 yılındaki referandumla kabul edilen Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi sonrasında, ekonomi dışında kavramsal olarak anayasa, hukuk, demokrasi, temel hak ve hürriyetler gibi unsurların uygulama alanlarında ciddi çatışmalar yaşamaktayız.
Ülkede siyasetin ekonominin önüne geçtiği her dönemde ortaya herhangi bir değer çıkmadığını, birçok kez deneyerek ve defalarca parasal ciddi bedeller ödeyerek öğrenemediğimizi de görüyoruz. Uluslararası ve ulusal finans piyasalarında “Güven” kavramı çok önemlidir. Güven kavramını aynen “ruh” gibi değerlendirilebiliriz. Öncelikle vatandaşlarınızın sonrasında yabancı yatırımcıların güvenini kazanmak için harcadığımız çabaları (AB müzakere takviminde hatırlattığım şekilde) bir kez kaybettiğimizde, daha sonraki yıllar süresince aynı şartların geri gelmesi için beklemeye başlıyoruz. Şayet güveninin kısa sürede geri döndüğünü zannediyorsanız da o ruh aynı bedende artık canlanmıyor. Farklı ruh ve farklı beden şeklinde ifade edebileceğim yüksek risk yüksek getiri beklentisi taşıyan yatırımcılar ile karşı karşıya kalıyorsunuz.
19 Mart sabahı Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınması ve 23 Mart sabahında tutuklanması kararının verilmesiyle başlayan bu yeni süreçte yeni yatırımcı ruh ve bedenleri ile karşı karşıya olacağımızı göreceğiz. Geçen bu kadar uzun zaman içerisinde belki en üzücü olanı da sürekli aynı şeyleri deneyerek yıllardır farklı sonuçlar elde edeceğimizi düşünmektir. Belki de farklı sonuçlar elde etmeyi beklemiyor olabiliriz. Önümüzdeki dönemde hep birlikte yaşayarak tekrar göreceğiz.