Geçen yüzyılı iki dünya savaşı ve çok sayıda bölgesel çatışma ile kapatan dünyanın dengesi nerede kurulacak? ABD seçimlerinin ardından her anlamda yaşanan ısınmanın, yaşamsal olan suyun serbest dolaşımını nasıl etkileyeceğini düşündünüz mü?
ABD Başkanı Donald Trump’ın imzaladığı kararnamelerin ardından dünyanın ısındığını herkes görüyor. Bunun ardından ne olacağı ile ilgili endişeli ve öfkeli tavırlar birbirine karışırken misillemeler ile ABD Başkanı’nın aklının başına getirilmesine çalışılıyor. Benim bulunduğum yerden baktığımda, Türkçe NŞA ve İngilizce STP olarak ifade ettiğimiz koşulların değiştiği görülüyor. Normal Şartlar Altında ya da İngilizce Standard Temperature and Pressure olarak ifade ettiğimiz koşullar ortadan kalkıyor. Bunun sonucu ne olacak diye bakarsanız, doğru bildiğiniz şeylerin bir kısmının geçersiz olduğunu göreceksiniz. Basit bir örnek vereyim: Biz suyun 100 derece santigratta kaynadığını ezberlemişizdir ancak bu NŞA için geçerlidir. Basıncı azaltırsanız yani suyu bir dağ tırmanışında kamp yaptığınız yüksek bir noktada kaynatırsanız daha düşük sıcaklıkta kaynar. Tersine artırırsanız da, kaynatmak için daha yüksek sıcaklıklara çıkarsınız. Buradaki sorun kabullenme ile ilgilidir: Bu bilgiyi öğrenmek için hayatınızın bir bölümünü harcadığınız düşünülürse, bu öğrenilmiş bilgiden vazgeçmenin hayatınızdan bu miktarı zarar yazmanızı gerektirecek olması, bünyenizin bu vazgeçme sürecinin bedelini ödemesini engellemesini doğal bir tavır haline getirir. Özellikle de ileri yaşlardaysanız ve zaman sizin için kıt sermaye haline gelmişse… Gençlerin bu konuda daha avantajlı olduğunu görmek zor değil ancak onlar da neyi öğrenmeleri gerektiği konusunda karar veremeden sallanıp dururlarsa, aynı derecede sermaye kaybına uğramaları gereksiz olur.
Bazen sürekli aynı şeyleri tekrar ederek benzer bir sermaye erimesi yaşadığımı düşünüyorum. Ancak dünyanın kaç derecede kaynayacağını görmemiz ve buna göre kararlarımızı almamız gerekiyor. Isınma ile başladığımıza göre, su ile devam edelim. Küresel ısınma buzulları eritir ve biz bu değişim içinde ölen canlılara üzülürken şu soruları sormak çok akımıza gelmiyordu:
- Trump neden dünyanın daha hızlı ısınmasına neden olacak şekilde iklim anlaşmasından çekildi ve aynı dönemde Grönland’ı satın alma teklifi yaptı?
- Avrupa neden her şeyin kendi gençliğinde olduğu gibi kalmasını istiyor ve iklim anlaşması ile de sıcaklığın belli sınırlara çekilmesine çalışıyor?
- Dünyanın zengin ülkeleri neden dünyanın üretim üssü olarak karşımıza çıkan Çin’in ve diğer gelişmekte olan ülkelerin çevre faturasını ödeyerek o kadar hızlı büyümemesi için çaba harcadı?
Benim süreci takip ettiğimde aldığım notlardan çok uzun bir süreye yayılan onlarca soruyu buna ekleyebilirim. Ancak aslında bir tane soru bütün soruları açıklama gücüne sahip. Özellikle son dönemde, Sanayi 4.0’ından 5G ve 6G’ye kadar çok sayıda yeni teknolojiyi öve öve göklere çıkartırken dünya genelinde neden Karl Marx’ın kitapları ve Karl Marx üzerine yazılan yeni kitaplar önümüze konulurken kimse Friedrich Engels üzerine yazmıyor ya da çalışmaları gözümüze sokulmuyor? Öyle ya, sanayileşmenin motoru olan İngiltere’de bir sanayici olarak yaşayan Engels’in yazdıkları, bugünkü konjonktürde Marx’ın iktisadi değerlendirmelerinden çok daha işe yarar durumda. Özellikle, Anti-Dühring’de, Bay Dühring’in eleştirisini yaparken önerdiği çözümü pire ilacı ile anlatması hem matrak hem öğreticidir. Tıpkı bizim Nasreddin Hoca’mızın yaptığı gibi gerçekleri insanın gözüne sokar. Bay Dühring’in pire ilacının pireyi öldürebileceğini yazan Engels, ancak bunu yapabilmek için pireyi yakalayıp ilacı gözüne uygulamak gerektiğini anlatır. Bunun, pire ile mücadelede geçerli bir yöntem olmadığını anlamak zor değil. Kedi besleyen biri olarak uyguladığım son yöntem, dış parazit aşısını kedimizin ensesinde uzanıp yalayamayacağı bir yere sıkıp sonra beklemek. Veteriner Serkan, “Ağabey, pire görürseniz endişelenmeyin; önceden kapmış olabilir. Pire kediyi ısırınca ölüyor” diye bütün süreci bana anlatmıştı. Gençliğimde, özellikle camlar açık olduğu için sokak kedilerinin eve parmaklıkların arasından girip çıkabildiği yaz yalarında çalışma masamın altındaki güneş almayan yerde pireler yuvalanmıştı. Bunu fark edince, şortumu giyip dizlerime kadar olan bölgeye pire tozu sürdüm. Tavsiye edeceğim türden bir deneyim değildi ama ertesi gün evde pire kalmamıştı ve yeri süpürüp işi bitirmiştim. Engels’in ve benim pire deneyimimi anlatmamın nedeni, insanın değişen koşullara uyum sağlaması ya da koşulları değiştirmesinin hayatın tam da kendisi ve zevkli öğrenme/karar verme yanı olduğunu vurgulamak.
NŞA’cılar misafirliğe geldiklerinde, kediyi kaşınırken görseler hemen “piresi mi var acaba” diye soruyorlar. Ben iki ayda bir yaptırdığım aşı nedeniyle böyle bir şeyin olmayacağını biliyorum. Pirelerin bahar aylarında havaların ısınmaya başladığı dönemde ortaya çıkması ile beklenmeyen bir durum ortaya çıkarsa, Külhan’ı alır Serkan’a götürürüm ama pireyi yakalayıp gözüne ilaç sıkarak öldürmeye çalışmam. Bu da Engels’ten değil, hayatın kendisinden öğrendiğim bir şeydir ve aldığım mühendislik eğitiminin bir sonucudur ve kendisini yazdıkları üzerine bugün yazacağım zaman gerekli malzemeyi sağlar. Normal Şartlar Altında (NŞA), bir teknoloji yazısı böyle başlar mı bilmiyorum ama bugünkü koşullar altında anlatacağım şey için bunları yazmam gerekiyordu.
Küresel ısınma ve su pompası verimliliği
Geçenlerde çok ilgi çekici bir bülten okudum ve bugünkü yazımı bunun üzerine yazmaya karar verdim. Girişini iletişimciler yaptığı için bülten, “22 Mart Dünya Su Günü kapsamında, küresel su krizine dikkat çekmek ve farkındalık yaratmak amacıyla açıklamada bulunan SmartS Mühendislik Kurucusu ve Genel Müdürü Altuğ Bilgiç” diye başlıyor. 5N1K diye başlayan haberlerde olduğu gibi bu girişi aşabilirseniz, sonuçta ilgi çekici konuya ulaşabiliyorsunuz.
Mühendislik açısından önemli mesaj şu: Pompa verimliliğinde gelinen noktada gerçekleştirilebilecek mühendislik projeleri ile oluşturulabilecek modern mühendislik çözümleri su kaynaklarını korumamıza yarımcı olabilir. Daha ayrıntılı olarak aktarırsam, Yeniden Mühendislik çalışmaları sürdüren şirket, su döngüsünde kullanılan pompaların verimliliğini yüzde 10- yüzde 50 oranında artırarak sürdürülebilir bir yaklaşım sunuyor.
Burada, bültendeki verileri de aktarmak istiyorum: “Su, yaşamın temel kaynağı olmasına rağmen, iklim değişikliği, nüfus artışı ve yanlış kullanım gibi faktörler nedeniyle giderek azalan bir kaynak haline geldi. Dünya üzerindeki suyun sadece yüzde 2,5’i içme, tarım ve ekosistemlerin sürdürülmesi için gerekli olan tatlı sudan oluşuyor. Ancak bu tatlı suyun büyük bir kısmı -yaklaşık yüzde 68,7’’si- buzullarda ve buz örtülerinde hapsolmuş durumda. Yaklaşık yüzde 30’u yeraltı suyu, geriye kalan yüzde 1’den az kısım ise nehirlerde, göllerde ve atmosferde bulunuyor. Dünyadaki toplam su kaynağına kıyasla çok küçük bir miktar olan bu oran, ekosistemin en değerli kaynağını korumanın önemini bir kez daha hatırlatıyor.”
Bu bölümü kopyalayıp yapıştırmamın nedeni, NBE Televizyonu’ndaki programıma “Teknoloji ve Strateji” adını vermemin nedeniyle aynı. Stratejik olarak benim kafayı takmamız gerektiğini düşündüğüm nokta, biz tatlı suyun sadece yüzde 1’ine erişebilirken buzullar erimesiyle yüzde 68,7’lik rezervden sisteme katılan payı anlamak ve bundan ülkemize nasıl bir fayda sağlayabileceğimizi bulmak. Bunun uzmanı değilim ancak bu değişime yönelik bilimsel çalışma ve teknolojik geliştirmelerin, Türkiye ekonomisine vatandaştan “almaya” gerek bırakmadan fayda sağlayabileceğini düşünüyorum. Bunu nasıl paylaşacağımız, Marx’a dert olabilir ancak bizim şu anda Engels’in anlattığı ve pireyi yakalayıp gözüne ilaç sıkarak sonuç alma tarzındaki modele alternatif yaratmamız gerekiyor.
Bültenden biraz daha anlatırsam, bu konuda fırsat olarak ne durumda olduğumuzu anlayacaksınız:
“Bugün, dünya çapında milyonlarca insan temiz suya erişimde zorluk çekerken, sanayi, tarım ve ekosistemler de su kıtlığından olumsuz etkileniyor. Bu nedenle, 22 Mart Dünya Su Günü, su kaynaklarının korunması ve verimli kullanımına yönelik farkındalığın artırılması açısından büyük önem taşıyor. Tatlı su kaynaklarının sürdürülebilir bir şekilde yönetilmesi, yalnızca bugünün değil, geleceğin de en büyük gündem maddelerinden biri olarak öne çıkıyor.
Avrupa Çevre Ajansı’nın (EEA) 2024 raporuna göre, su kıtlığı riski, Avrupa kıtasının topraklarının yüzde 20’sini ve nüfusunun yüzde 30’unu etkiliyor. Artan su talebi ve su kaynaklarının azalması, ekonomik ve sosyal açıdan ciddi riskler doğuruyor. Su kaynaklarının tükenmesi, tarımsal üretimi olumsuz etkilerken, sanayi ve enerji üretiminde de aksamalara yol açıyor. Bu durum, suyun verimli ve sürdürülebilir yönetimini de zorunlu hale getiriyor.” En önemli ihracat pazarımızdaki durum bu şekilde… Üstelik geliştireceğimiz suyun mobilitesi çözümleri ile yeni egemenlik alanımız haline geldiğini övünerek söylediğimiz Afrika kıtası için de fayda yaratabiliriz.
Tabii önce şunu bilmemiz gerekiyor: Bu su ekosisteme nasıl katılıyor? Bilgiç’in “Gelecek 100 yılın kaderini belirleyecek olan suyun gerçek anlamda sürdürülebilirliğini sağlamak” ifadesindeki süre, bu işe zaman ayrılabileceğini ortaya koyuyor.
Bunu yaparken hastalığı da doğru tespit etmemiz gerekiyor: “Tatlı su kaynaklarının tükenmesi, sürdürülebilir olmayan uygulamalar ve çevresel değişikliklerin birleşimiyle giderek daha büyük bir tehdit haline geliyor. Yeraltı sularının aşırı pompalanması, tarım, sanayi ve kentsel gelişim için ihtiyaç duyulan suyun doğal yenilenme hızından daha hızlı tüketilmesine neden oluyor. Buna ek olarak, sanayi atıkları, tarımsal kimyasallar ve arıtılmamış kanalizasyon gibi kirleticiler, nehirleri, gölleri ve yeraltı sularını kirleterek tatlı su kaynaklarını kullanılamaz hale getiriyor.”
Kalkınma vizyonumuzu değiştirmeliyiz
Sorun, bizim kurduğumuz sistem ve onun hastalıklı bileşenlerinden kaynaklanıyor. O zaman işe buradan başlamak gerekiyor. Biraz daha ayrıntı aktarayım:
“Ormanların azalması ve habitat tahribatı, su döngülerini bozarak toprağın suyu tutma ve arıtma kapasitesini azaltırken, iklim değişikliği de tatlı su kaynaklarını tehdit eden önemli bir faktör olarak öne çıkıyor. Artan sıcaklıklar kuraklıklara yol açarken, yağış düzenlerindeki değişiklikler bazı bölgelerde su kıtlığına neden oluyor. Ayrıca, tatlı su rezervi olarak işlev gören buzulların erimesi de su kaynaklarının azalmasını tetikliyor. Kentleşme ve nüfus artışı da su kaynakları üzerinde büyük bir baskı oluşturuyor. Büyüyen şehirler su talebini artırırken, doğal alanların beton ve asfaltla kaplanması, yeraltı sularının yenilenmesini engelliyor. Tarım sektörü ise küresel ölçekte en büyük tatlı su kullanıcısı olup, verimsiz sulama yöntemleri ve su tüketimi yüksek mahsuller nedeniyle ciddi miktarda su israfına yol açıyor.”
Kalkınma sandığımız, her şeyin büyüğünü yaratma tutkusu da önemli bir sorun: “Büyük baraj projeleri nehirlerin doğal akışını değiştirerek suyun aşağı havzalara ulaşmasını zorlaştırıyor ve ekosistem dengesini bozuyor. İstilacı bitkiler ve hayvanlar da tatlı su ekosistemlerini tehdit eden bir diğer unsur olarak öne çıkıyor; bu türler, su kaynaklarını aşırı tüketerek veya su kalitesini olumsuz etkileyerek yerel ekosistemleri tahrip edebiliyor. Tüm bu faktörler bir araya geldiğinde, tatlı su kaynaklarının hızla tükenmesine ve küresel ölçekte su krizi riskinin artmasına neden oluyor.”
Su meselesine bu kadar değinmenin yeterli olduğunu düşünüyorum. Benim fazlaca takip ettiğim bir alan olmadığı için mükerrere düşmek de istemem. Ancak şunu da aktarmam gerekiyor: “Su yönetiminde kritik bir rol üstlenen pompalar, küresel enerji tüketiminin yaklaşık yüzde 10’unu oluşturmakla birlikte sürdürülebilirlik alanında oldukça önemli bir etkiye sahip. Su kıtlığıyla mücadelede kritik role sahip temiz su ve atık su arıtma tesislerindeki en büyük enerji tüketicilerden biri olan pompaların verimliliklerinin artırılması da enerji maliyetlerini önemli ölçüde düşürüyor. Su döngüsü içinde çalışan pompaların birçoğu maalesef optimumun altında verimlilik seviyelerinde çalışıyor ve gerekenden daha fazla güç tüketiyor. Yeniden mühendislik çalışmalarıyla pompaların verimliliği yüzde 10’dan yüzde 50’ye varan oranlarda artırılabiliyor. Verimsiz pompaları yenileriyle değiştirerek hem gereksiz üretim enerjisi hem de doğal kaynakların fazladan tüketilmesi yerine, yeniden mühendislik ile mevcut pompaların verimliliklerinin küçük değişikliklerle artırılması mümkün. Bu da daha az enerji tüketerek daha fazla temiz su kaynağı elde etmek ve sürdürülebilir su döngüsü sağlamak demek.”
Barajlar Kralı Süleyman Demirel tarzı kalkınma
Süleyman Demirel, gençliğimde anlayamadığım ancak Türkiye’nin kalkınmasına katkısını yaşlandıkça anlayabildiğim bir lider. Birçok sıfatının yanında “Barajlar Kralı” olarak da tanınıyor ancak bu sadece su ile ilgili bir kalkınma sağlamıyor. Çocukluğumda çok duyduğum “geceleri tırnak kesilmez” diye bir söz vardı. Buna kimileri hurafe de diyordu. Benim gözümde bu sözü artık kolay kolay hatırlamıyor olmamız, önemli bir kalkınma adımıdır.
Nasıl olduğunu hatırlamıyor ama ya din ve ahlak kültürü ya da sosyal bilgiler öğretmenim ile sohbet ediyordum ve iş buraya geldi. Küçük yerlerde görev yapmış ya da köy kökenli olan öğretmen bu konuyu, “Köylerde evler genellikle tek odadır. Aynı odada yemek yenir, oturulur ve uyunur. Eskiden aydınlatmanın gaz lambası ile yapıldığı dönemde, gece tırnak kesersen ve bu sıçrayıp bir yere giderse, bulmak neredeyse imkansız olurdu. Yatarken ya da yemek yerken bununla karşılaşmak istenmediği için böyle bir adet çıkarılmıştı” diye anlatmıştı.
Yani Demirel’in barajlar kralı olarak elektrik götürdüğü köylerde kültür de değişmişti. Bunu yıllarca “hurafelerden uzak durun” başlığı altında anlatabilirdiniz ama elektrikle aydınlanmayı sağlamak sorunu çözmenin daha iyi ve kolay bir yolu olmuştu. Sosyal bilimlerin sorunu ortaya koyması kadar mühendislik birikiminin çözüm üretmesinin de kilit önemde olduğu bir kurgudan bahsediyorum. Bu roller değiştiği zaman içinden çıkılmaz sorunlarla karşı karşıya kalıyoruz. Hepimizi hurafelerden kurtaracak aydınlık günler diliyorum