Demokrasi bazen bir yönetim tarzı bazen de bir devlet biçimi olarak tanımlanır. Ayrıca demokrasiyi bir süreç olarak ya da bir sonuç olarak tasarlayabiliriz. Bir süreç olarak demokrasi kavramı vurguyu demokrasinin tartışarak ikna etme sürecine yerleştirir. İkna etmeye yönelik tartışmanın hem amaçlar hem araçlar üzerinde olması mümkündür. Bu tip bir demokrasi kavramı tercihlerin içsel olarak belirlendiğini kabul ederek yola koyulmak durumundadır. Bir “agora” olarak demokrasi, “tartışmacı-ikna edici” demokrasi”, “ideal söylem durumu” olarak demokrasi betimlemeleri demokrasinin –demokratik işleyişin sonuçlarından bağımsız olarak- özsel olumlu nitelikler taşıyan, kendi kendisini yaratan-oluşturan bir süreç oluşuna önem veren bir uç yorum oluştururlar. Ancak başka bir eksen de kurulabilir: Pazarlık olarak demokrasi ve tartışma olarak demokrasi. “Tartışmacı-ikna edici demokrasi” dediğimiz şey bu iki ucun ortalarında bir yerde yer alacaktır. Sonuç olarak demokrasi kavramı ise demokrasinin denge olduğu durumlardan hareket ederek dengeleri tartışır ve kıyaslar. Açıktır ki oyun teorisi böyle bir demokrasi anlayışına en uygun analiz araçlarından birisidir. Örneğin “hâkimiyet olarak demokrasi” von Stackelberg oyunları tarafından formelleştirilebilir.
Aynı problematiğin içinde kalarak başka türlü düşünmek ve demokrasiyi politik bir piyasada partiler arası simetrik ve eş zamanlı siyasi rekabet olarak kavramsallaştırmak da mümkündür. Nitekim Duncan Black (1987 [1958) ve Anthony Downs’dan beri (Downs, 1957), Amerikan siyaset biliminin önemli bir kolu) demokrasiyi kooperatif davranmayan politik aktörlerin oynadıkları bir oyun ve oyunun sonucunda ortaya çıkması muhtemel bir denge olarak görüyor. Black’in ve özellikle, Downs’un, Hotelling (1929)’un –Hotelling’in kendisinin de işaret etmiş olduğu- bir doğrultuda geliştirilmesi ve siyaset teorisine uygulaması olarak nitelenebilecek katkılarından bu yana siyasi rekabetin (demokrasi) dengesi bir Nash çözümü olarak formelleştiriliyor. Aslında ne Hotelling ne de Downs Nash dengesi terimini kullanıyor. Hotelling’in modelini bir Nash dengesi olarak görmesi mümkün değildi çünkü John Nash’in oyun teorisinin kurucu kavramlarını ortaya atması 1950-51 yıllarında gerçekleşti: Hotelling klasik makalesini 1929’da yayınlamıştı. Downs (1957) kronolojik olarak Nash dengesinden haberdar olabilecek durumda olmakla beraber bu terimi kullanmadı. Ancak, ex post, tüm formel siyaset kuramı Downsian adayların yarıştığı bir siyasi platform olarak düşünülen demokrasiyi ve meşhur merkezdeki seçmen teoremini bir Nash dengesi olarak görüyor. Hotelling’in işaret ettiği gibi, siyasi rekabet fiyat üzerinden yapılan bir rekabet olarak düşünülemez: Hotelling modelinin sadece fiyat dışı rekabet bölümünün siyaset kuramına uygulanabileceğini düşünüyordu. Dolayısıyla, siyasi rekabeti fiyat rekabetine benzer biçimde, bir Bertrand-Nash dengesi olarak modellemek yolu seçilmedi. Alternatif yol miktarlarda rekabettir: Cournot-Nash tipi oligopol çözümleri siyasi rekabeti modellemek için başlangıç noktası oluşturuyor ve endüstriyel organizasyon-oligopol kuramı demokrasinin bir oyun-teorik denge olarak görülmesi için adeta doğal bir habitus, bir locus classicus oluyor. Bu geleneğe bağlanarak demokrasiyi politik bir oligopol ve en azından benzer partiler arasındaki rekabeti oligopolcü rekabet olarak görmek en doğrusu olabilir. Bunun neden böyle olduğunu görmek için kamu iktisadı, formel siyasal iktisat ve formel siyaset kuramı perspektifine ihtiyacımız olacak.
Özsel demokrasi kavramlarının hayli cazip olduğu ve tarihi olarak daha büyük çekim gücü yaratmış bulunduğu doğrudur. Mesela, demokrasiyi bir “tartışma/ikna etme” platformu veya süreci olarak düşünmek pek çok koşulda hayli nahif bir politik duruşu çağrıştırabiliyor. Oysa demokrasinin devlet biçimi olarak ele alınması kaba güç, ikna yoluyla politik uyum/rıza ve meşruiyet temalarını tek bir eksene yerleştirerek büyük bir pozisyon zenginliği sağlıyor. Buradan bakınca, meşrebe göre, ya demokrasi ve faşizm, ya da demokrasi ve totalitaryanizm iki uç durum olarak postüle edilebilir. Güç-meşruiyet çiftinin (“havuç ve sopa”) konumu bir rejimin demokrasi-faşizm hattında nerede durduğunu saptamayı sağlayabilir. Daha da radikal bir analiz –Frankfurt Okulunun analizi gibi- burjuva demokrasisinin faşizmin tersi/negatifi/astarı olarak görülmesine dayanmaktadır ve Avrupa’nın Nazi hegemonyası altında olduğu veya oraya doğru yelken açmış göründüğü 1933-1945 yıllarının tüm umutsuzluğunu yansıtmaktadır. Burada demokrasi adeta “bir imkansızlık teoremine” dönüşmektedir çünkü devlet açısından sadece bir baskı kipi, toplum açısındansa sadece bir hakimiyet kipi olarak görülmektedir. Demokrasi mümkün değildir çünkü “birey” mümkün değildir ve yeni yeni ortaya çıkan tekdüzelik ve kontrol toplumunda artık klasik burjuva “bireyi” var olamayacaktır. Demokrasi mümkün değildir çünkü yeni kapitalizmde “bireyin” varlığı mümkün değildir ve aklın taşıyıcısı olarak birey olmadan rasyonalite var olamaz. Demokrasiyse rasyonaliteyi gereksinir. Ergo, demokrasi, tıpkı sosyalizm gibi, Avrupa’nın yitirdiği bir perspektiftir. Ancak, insan aklının ağır basacağına ve irrasyonalizmin zaferlerinin kalıcı olmayacağına inanıyorsak bu kadar kötümser bir perspektifi cazip bulmak zorunda değiliz.
İlginçtir, Kenneth Arrow’la beraber (Arrow, 1963 [1951]), dışsal olarak verilmiş tercihlere sahip olan, dışsal olarak var kabul edilen otonom bireylerin demokratik ve tutarlı/rasyonel kurallara dayalı tercih toplulaştırmasının demokratik bir sonuç vermeyeceği düşünülmeye başlandı. Her ne kadar enformasyon çerçevesinin niteliğine bağlı olarak bu sonuç değişebilse de, Arrow’un “imkânsızlık teoremi” (genel imkânlılık teoremi) uzun yıllar pek çok çevrede demokrasinin imkânsızlığının mantıksal-matematik gösterimi gibi algılandı. Dolayısıyla bir analiz damarı da sosyal seçiş olarak demokrasi oluyor. Edgeworth (1897) ve Wicksell (1896) normatif açıdan ekonomik bir demokrasi kuramının nüvelerini sunuyorlardı. Burada vergilendirme normu, vergi sisteminin seçimi olarak demokrasi gibi bir nosyondan bahsediyoruz ve kamu malları arzına etik-normatif bir bakış söz konusu. Böylece işin özüne, en azından 17 yüzyıldan 21. Yüzyıla kadar uzun bir süre işi özü olacak olan konuya geliyoruz: Vergi.
Temaları çeşitlendirebiliriz. Toplumsal muhalefet ve barikatlar 19. yüzyılın büyük bölümünde adeta iç içe geçmişti. Sosyal muhalefetin forumu, “agorası” barikatlar, sembolik silahıysa taşlardı. Ama oy hakkının giderek topluma yayılması ve evrensel oy hakkına -her ne kadar uzun süre kadınları kapsamasa da- kavuşulması oyları, seçimleri öne çıkardı. Przeworski & Sprague (1986)’nın metaforuyla oylar artık “kâğıttan taşlardı”. Aynı izleği sürdürerek oylara/seçimlere başka metaforlar da yükleyebiliriz: Örneğin seçimlerin ve seçim sistemlerinin iyice öne çıkmasıyla politik piyasalar çok gelişmiş sayılabilir. Gelişmiş, tam teşekküllü politik piyasalarda oylar artık “politik fiyatlardır” ve tüm fiyatlar gibi, enformasyon taşırlar. Öyleyse, oylar hisse senedi fiyatlarındaki oynamaların enformasyon taşıdığı gibi siyasi enformasyonu sinyallerler ve belirsizlik karşısında ajanda ve siyasi platform/program seçişlerini düzenlerler. Ama bunun olabilmesi için seçimlerin 4-5 yılda bir değil, çok daha yüksek frekansta yapılması gerekecektir. Demek ki analoji tam değildir fakat sık sık yapılan kamuoyu yoklamaları da hesaba katılırsa modern demokrasilerde “sinyalleme” etkisinin önemli olduğu açıkça görülebilir. Bu damar, Downs-Wittman hattına belirsizliğin dâhil edilmesinde olduğu gibi, demokrasiyi ve belirsizliği yan yana getirecektir. Öyleyse, başka bir açıdan, demokrasi belirsizlik karşısında politik seçiştir. Sonuçta kaç tane demokrasi kavramı ve onlara denk düşen kaç sosyal bilim metodolojisi var?