Yerleşiklik kazanmadığı toplumlarda demokrasiden otoriter yönetimlere geçildiğini görmeye alışkınız. Okuyucunun bunun örneklerini yakından tanıdığına eminim. Buna karşılık, son dönemde gerek Amerika’da gerek bazı Avrupa ülkelerinde gözlediğimiz gelişmeler demokrasinin başka ülkeleri demokrasi eksikliği ile itham eden ülkelerde de varlığını sürdürüp sürdüremeyeceği endişesini yaratıyor.
Tartışmamızı ileriye götürmeden önce isterseniz tehdit altında olduğunu söylediğimiz liberal demokrasinin temel niteliklerini tanımlayalım. Liberal demokrasinin üç ana niteliği var: Serbest ve adil seçimle göreve gelen hükümet, hükümetin her biri özerkliğe sahip ve diğerlerini bir oranda denetleyebilecek yasama, yürütme ve yargıyı içeren üç güçten oluşması ve bağımsız bir yargı yoluyla güvenceye bağlanan hukuk devleti. ABD ve AB’yi kuran ülkeler liberal demokrasilerdi. Demokrasi ile yönetilen ülkeler kulübüne girmek isteyen diğer ülkelere de liberal demokrasinin barındırdığı niteliklere sahip olmaları gerektiğini söylüyorlardı. Bir ülkenin hükümeti bu niteliklere sahip değilse, edinmesi lazımdı.
Liberal demokratik sistem İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD ve Batı Avrupa’da (ve Japonya’da) başarıyla işledi. Seçimler hükümetleri değiştirdi; parlamentolar hükümetlere karşı nisbi özerkliklerini korudu ve hükümetler, her zaman beğenmeseler bile, bağımsız yargının kararlarına saygı gösterip uyguladılar. Şimdi bütün bunlara meydan okunuyor. Amerika’da Trump çok güçlü bir konuma geldi ve Kongre’nin üyelerini kendisine itaat etmeye zorlayabiliyor. Amerikan anayasasına meydan okuyarak bazı maddelerin değiştirilmesi gerekeceğini duyurdu, ama bir yandan da sanki anayasa değişmiş gibi davranıyor. Yüksek Mahkeme’ye kendisine sempati duyan yargıçlar atadı. Eylemlerinin mahkeme önüne gelmesi halinde, yargıçların kendisini destekleyeceğini ümit ediyor. Görünüşe göre, Trump kendisine sadakatin, Amerikan anayasasına bağlılıktan daha üstün bir değer olduğunu düşünüyor.
Bazı Avrupa ülkelerinde de benzer olaylar cereyan ediyor. Kısa bir süre önce Avusturya’da radikal sağ bir parti muhafazakar bir partiyle ortak koalisyon hükümeti kurdu. Hollanda’da zenofobluğunu ilan eden Geert Wilders’ın desteği olmadan hükümet kurulamıyordu. Wilders kendisinin lider olarak kalmasının, başbakan olup sorumluluk üstlenmesinden daha cazip olduğunu idrak etti. Ayrıca, başbakan olmakta ısrar etmesi belki hükümet kurmasını olanaksız kılacak, bu sefer iktidara ortak olmaktan da mahrum kalacaktı.
Sanıyorum karşımızdaki vakalardan en ilginci Almanya’da pek başarılı olmayan Sosyal Demokratlar önderliğindeki hükümetin istifası ve aşırı sağcı Alternative für Deutschland (Almanya için Seçenek) partisinin büyük ilerleme kaydetmesi beklenen seçimlerin kapısını açmasıdır. Kendilerine lider arayan ve Friedrich Merz’in liderlik yarışını kazanması muhtemel görünen Hrıstiyan Demokratlar aşırı sağcılarla bir koalisyon kurabileceklerini açıklamaktan kaçınmamış bulunuyorlar. Diğer ülkelerde olduğu gibi, Alternative für Deutschland da, Almanya’da işlediği şekliyle demokrasinin toplumun temel ihtiyaçlarına cevap vermediğini düşünmektedir.
Aşırı sağcı hareketler sadece liberal demokrasinin iktidarı serbest ve adil seçimlerin belirlemesi gerektiği ilkesine başlangıçta inanır gözüküyorlar. İktidara geldikten sonra, kendilerini iktidar yapan kurallara ne oranda sadık kalacakları belli değil. Gelecek bir seçimde kazanmalarını güvenceye bağlamak uğruna serbest ve adil seçim ilkesini ihlal edebilirler. Partiye lidere bağlılık ilkesi yön verir, partinin parlamentodaki üyeleri parti başkanını etkilemekten ziyade onu desteklemekle yükümlüdür. Mahkemeleri ise zaten karşı çıktıkları liberal düzenin bir kurumu olarak görme temayülündedirler.
Bu koşullar karşısında liberal demokrasinin doğduğu ve geliştiği ülkelerde de sona ermekte olup olmadığını sormamız makul bulunabilir. Soruyu hemen “evet, sonu geldi” diye cevaplamak biraz acelecilik olur. Aşırı sağın hükümet ettiği ülkelerde tekrardan merkezi temayülleri temsil eden partilere geri dönüş olduğunu gözden uzak tutmamalıyız. Donald Tusk’ın uzun bir aradan sonra Polonya’da tekrar iktidara gelmesi buna iyi bir örnek teşkil ediyor. Her ne kadar henüz bir değişiklik gerçekleşmemiş olsa da, Macaristan’da da Victor Orban’ı değiştirme arzusunun yoğunlaştığı anlaşılmaktadır. Vatandaşlar aşırı sağ partilerin seçmendeki duyguları harekete geçirmekte başarılı olmakla beraber, çözüm getirmekte pek başarılı olmadığını görüyorlar. Bundan öteye, uyguladıkları bazı siyasetler kısa vadede çözüm gibi gözükse de, uzun vadede çözdüklerinden daha büyük sorunlara yol açabiliyor. Nihayet, merkez partileri zaman içinde hangi kitle özlemlerine cevap vermekte başarısız kaldıklarını herhalde daha iyi anlayıp değişeceklerdir.
Öyle görülüyor ki, “demokrasinin, diğerleri hariç, en kötü yönetim sistemi” olduğunu anlamak için zor zamanlar yaşamamız gerekiyor.