Gözlerini ailesinden kalma masa saatinin fosforlu kadranına kilitlemiş, öylece bekliyor. Gecenin koyu sessizliği ara sıra yükselen sokak köpeklerinin hüzünlü havlamalarıyla bölünüyor. Loş odada, saatin fosforlu kadranı ay gibi parlıyor; akrep ve yelkovan, sanki bir ritüelin ağır adımlarıyla dans ediyor.
Zamanın nasıl geçtiğini anlamaya, bir saniyenin, bir dakikanın ne kadar uzun olabileceğini hissetmeye çalışıyor. Bir dakika, yani altmış saniye, öyle kolayca tükenivermiyor. Hele bir saat... Onun geçişi, bir çöldeki kum tanelerini saymak gibi, bitimsiz ve ağır. Ama geriye dönüp baktığında, yirmi dört saatlik günlerin, haftaların, ayların, hatta yılların nasıl bir rüzgâr gibi uçup gittiğine, peşinden koşmasına rağmen yetişemediğine hayret ediyor. Yine de bu geceyarısı, saatin tam karşısına oturmuş, onun tik-taklarıyla baş başa kalmaya kararlı. Sanki zamanı yakalamak, onunla bir anlığına da olsa uzlaşmak istiyor.
Bir saniye... Bu küçücük zaman parçası, nasıl oluyor da dakikaları, saatleri, yılları yutup bir ömrü şekillendiriyor? Her “tik-tak”, bir daha geri gelmeyecek bir ânı çalıyor; bir nefes, bir düşünce, bir his... Bu gerçekle yüzleşmek, göğsünde bir ağırlık gibi oturuyor. Ama tuhaf bir şekilde, bu ağırlıkta bir haz da var. Sanki zamanın kıymetini ancak onunla böyle, doğrudan hesaplaşarak anlayabiliyor. Son yıllarda bir zaman cimriliğine kapılmış. Zamanı harcamakta hasis. Yoksulluğunun, yoksunluğunun farkında; zaman onun en kıt hazinesi. Öyle ki, utanmasa zaman dilenecek. “Biraz zaman, lütfen,” diyecek, “sadece bir saat, bir dakika, bir an...”
Ne tuhaf, değil mi? İnsanlar bu konuda öyle cömert ki... Zamanlarını savurmakta, dağıtmakta, boşa harcamakta hiç tereddüt etmiyorlar. Kahkahalarla dolu anlamsız sohbetler, ekranlara zincirlenmiş saatler, ertelenmiş hayaller... Ama o, bu cömertliği reddediyor. Zaman, onun için bir mücevher, bir define…
Beyninin çalışmadığı bir ânı kabul edemiyor. Uykuyu bile kandırmaya çalışıyor; geceyi düşlerle, düşüncelerle, planlarla doldurmaya çabalıyor. Zorunlu uyku anlarında, eğer zihni bir düşle o boşluğu renklendiremezse, sabah uyandığında eksik, yarım kalmış hissediyor. Huysuz bir çocuk gibi, kendi kendine söyleniyor: “Bir geceyi daha kaybettim!”
Zaman, kimseyle pazarlık etmiyor.
“Yapabileceklerimin ne kadarını gerçekleştirdim?” sorusu, gecenin sessizliğinde bir hançer gibi saplanıyor. Hayaller, hedefler, yarım kalmış projeler... Hepsi, zihninin koridorlarında bir gölge gibi dolaşıyor. Saatin “tik-tak”ları, sanki yarının umutlu bir gün olabileceğini fısıldıyor. Behçet Necatigil’in o dizeleri, bir ninni gibi kulaklarında yankılanıyor:
“Siz geniş zamanlar umuyordunuz
Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek.
Yılların telâşlarda bu kadar çabuk
Geçeceği aklınıza gelmezdi.”
Dar vakitler yaşıyoruz. Genç, yaşlı, zengin, yoksul... Hepimiz, zamanın dar koridorlarında yürüyoruz. Sanki avuçlarımızdan ince bir kum süzülüyor; ne kadar sıkı tutarsak tutalım, parmaklarımızın arasından kayıp gidiyor. Söyleyeceklerimiz var, yapacaklarımız var. Onları yarına bırakacak lüksümüz yok. Çünkü yarın, artık bugün.
Saatin “tik-tak”larına kulak verin. Her vuruş, bir ânı çalıyor; bir gülüşü, bir gözyaşını, bir düşünceyi... Farkına bile varmıyoruz. Tâ ki bir geceyarısı, saatin karşısına oturup o ağır ağır ilerleyen akrep ve yelkovanın dansını izleyene kadar. Zamanın izafiliği, onun hem dost hem düşman olduğunu öğretiyor. Bir an, bir ömür kadar uzun; bir ömür, bir an kadar kısa. Bu çelişkide, insanın kendi varoluşunu sorgulaması kaçınılmaz.
Peki, ne yapmalı? Zamanı durdurmak mümkün değil, ama onunla barışmak, onu anlamak, ona saygı duymak mümkün. Onu bir düşman gibi görmek yerine, bir yoldaş gibi kucaklamak...
Bir geceyarısı, siz de saatin karşısına oturun. Saatin “tik-tak”larını dinleyin; akreple yelkovanın o bitimsiz dansını izleyin. İçinizde bir şeylerin kıpırdadığını, bir sesin “Yarın değil, şimdi!” dediğini duyacaksınız. O ses, belki bir hayalin tozlu raflardan inişi, belki bir sevdaya cesaret, belki de bir başlangıcın ilk adımı olacak. Ertesi sabah, daha coşkulu, daha kararlı, daha canlı kalkacaksınız. Çünkü zaman, en adil hırsız. Herkesten eşit çalıyor, ama herkes ona farklı bir anlam yüklüyor.
Kimisi zamanı savuruyor, anlamsız telaşlarda eritiyor. Kimisi biriktiriyor, her ânı bir hazine gibi saklıyor. Kimiyse onunla dans etmeyi öğreniyor; her “tik-tak”ta bir ritim buluyor, her saniyede bir anlam.
Siz hangi yoldasınız? Belki de bu gece, saatin karşısına oturup bu soruya yanıt aramanın vakti gelmiştir. Çünkü evet, yarın artık bugündür…