Hani “bir deli bir kuyuya taş atmış, kırk akıllı çıkaramamış” derler ya, işte Amerikan başkanı Trump’ın gümrük tarifeleri keşmekeşinde vaziyet aynen böyle. Çarşı karıştı, bir nevi.
Şimdi bir yandan şirketler kesimi ne olduğunu tam anlamaya ve fiyatlama stratejilerini nasıl tasarlayacaklarını belirlemeye çalışıyor. Öte yandan ise değişeni, eğer hakikaten değişen bir şey varsa, anlamaya çalışıyoruz.
Açıklamalar havada uçuşuyor. Nedir? 1970’lerin başında Nixon’ın uluslararası para sisteminin bir halden diğerine geçmesini sağlamasına benzer küresel bir yapısal dönüşüm sürecinin başında mıyız? Yoksa içeride, seçmen tabanında “bir şeylerin yapılmakta olduğuna” dair bir kanaat oluşturmaya yönelik bir tür şaka mı bu?
Doğrusu ya, atılan adım, yapılan açıklamalar, ortadaki hesaplar hep şaka gibi. İçeriği boş ve manasız. Gelin bir anlatayım.
Amerika toplam küresel ithalatın yüzde 13’ü yalnızca
Önce hadiseyi bir çerçeveye yerleştireyim, müsaadenizle. Dünyada en büyük ve en zengin pazar Amerika Birleşik Devletleri (ABD) değil. Trump ve ticaret bakanının “herkes bizi soyuyor” söyleminden yanlış bir izlenim edinmeyin.
Dünyanın en büyük ve en zengin pazarı aslında Avrupa Birliği pazarı, toplam küresel ithalatın yaklaşık yüzde 30’unu temsil ediyor AB. AB’nin yanına İngiltere, Avustralya, Japonya, Kore ve Kanada’yı da eklerseniz toplamın yaklaşık yüzde 40’ına ulaşabiliyoruz. Çin’in de toplam küresel ithalat içindeki payı yaklaşık yüzde 10. Rusya zaten sayılmaz.
Dolayısıyla Trump’ın herkes bize her malı kakalıyor dediği, toplam küresel ithalatın yüzde 10’u yaklaşık. Türkiye’nin ABD’nin toplam ithalatındaki payı yüzde 1 bile değil bu arada. Ama buradan yanlış bir izlenim de edinmeyin. Türkiye, aslında AB değer zincirlerinin ayrılmaz bir parçası. Dolayısıyla AB’nin Amerikan ithalat pazarındaki yaklaşık yüzde 18’lik payı içinde de Türkiye var aslında.
Bu şartlarda ne yapmak lazım? AB’deki partnerlerimize itidal tavsiye edip onlarla istişare içinde olmakta fayda var. Neden? Ortadaki sürecin ne kadar şaka ne kadar gerçek olduğu hele bir görünür hale gelsin önce. Amerikalı ithalatçılar hele bir yeni tarifelere göre fiyat ayarlamalarını hesaplamaya başlasınlar. Amerikalılar hele bir kendi koydukları gümrük tarifelerinin fiyat etkisini görmeye başlasınlar. Hele bir şenlik başlasın, topa sonradan girmekte fayda var. Acele etmemekte fayda var.
Şimdi ilkelerin altını çizme zamanı. Ticareti kolaylaştıran her şey iyidir. Ticareti zorlaştıran her şey kötüdür. Kurallara dayalı ticaret topyekun zenginleşmek için faydalıdır. Şimdilik konuşmak yeter. Serin kanlı olma zamanı.
“Made in Syria değil Made in Türkiye olması daha faydalı”
Doğrusu ya, hadise başladığından beri önce yalnızca penguenlerin yaşadığı Heard ve McDonald adalarına yüzde 10 tarife meselesi ön plana çıkmıştı. Antarktika’nın çevresindeki Keeling Adaları da öyleydi. Yaklaşık 2200 kişinin yaşadığı Norfolk Adası’na da yüzde 29’luk tarife gelivermişti. Komik işte.
Ama doğrusu ya, İsviçre’nin bu iş başladığından beri başına gelenler hakikaten şaka gibi. İsviçre, Amerika’dan ithal ettiği mallara zaten sıfır gümrük uyguluyor. Buna rağmen, İsviçre Amerika’nın yüksek tarife uygulanacak ülkeler listesinde ilk onda yerini aldı. Şimdilerde İsviçreliler Amerika’nın kendi mallarına uygulayacağı gümrük tarife oranının yüzde 31’mi yoksa yüzde 32’mi olacağını mal bazında anlamaya çalışıyorlar. Malum bir takım istisna ve muafiyetler var listede.
Sanırım açıklanan gümrük tarifeleri listesinin esasen gümrük tarifeleri ile alakalı olmadığını en iyi gösteren örneklerden biri de bu. Amerikan Ticaret Bakanlığı öyle uzun uzun küresel gümrük tarifeleri listelerini filan çalışıp, karşılıklılık ilkesine göre bir hesap filan yapmamış.
Ne yapmış? Amerika’nın ilgili ülkeye dış ticaret açığını, ilgili ülkeden yaptığı ithalata bölmüş. Bulduğu oranın yüzde 50’si kadar tarife koymuş Amerika’nın ilgili ülkeden ithal ettiği tüm mallara. Tam karşılık değil yani bu daha. Şimdi pazarlık yapacakmışız. İlgili ülke Amerika’nın ithal ettiği ürünü Amerika’da üretmek için yatırım yaparsa tarife filan olmadan iş çözülecekmiş.
İsviçreliler, onun için “şimdi biz İsviçre çikolatası ve Victorinox marka İsviçre ordu çakısı satıyoruz Amerikalılara. Alplerin sütü ile çikolata ve İsviçre teknolojisi ile de çakı yapıyoruz. Amerikalı müşterilerimiz bunu üzerinde “made in Switzerland” yazdığı için alıyorlar. Amerika’da İsviçre ordu çakısı (Swiss army knife) mı üretip satacağız” diye soruyorlardı.
Nerden tutsan tutarsız, nerden baksın şaka gibi hakikaten. Ben bunlara bakarken geçenlerde Türkiye’deki Suriyelilerin kurduğu Türk şirketleriyle yaptığım toplantıda dile getirilen bir talebi hatırladım. Suriyeli ortağı/sahibi olan Türk şirketlerinin yöneticileri, yeni dönemde, şirketlerinin tedarik zincirlerini Suriye’ye doğru uzatabileceklerini ama “made in Türkiye” damgasının pazarlama açısından mutlaka korunması gereken bir avantaj sağladığını ifade ediyorlardı.
Şimdi siz burada içinde yaşarken ayırdına varmakta zorlanıyor olabilirsiniz ama Türkiye’nin kurumsal altyapısı ve organizasyon kapasitesi nedeniyle bir malı Türkiye’de üretmek hem kalite hem de fiyat açısından fark yaratıyor. “Made in Türkiye” pozitif bir kalite ima ediyor, başka ülkelerle kıyaslandığında. Doğrusu ya, konuştuklarım bunun çok farkındaydı. Türkiye’yi idare edenler de bu durumun farkında olup, bindikleri dalı kesmekten vazgeçseler doğrusu çok iyi olacak.
“Yabancı hakem istiyoruz” talebinden “yabancı savcı istiyoruz” noktasına geldik
Nedir Türkiye’yi idare edenlerin idrak etmekte zorlandığı hadise? Türkiye, “Made in Türkiye” etiketinin içerdiği olumlu imaja bir günde ulaşmadı. Hadiseyi Türkiye’nin 1980’lerden 2010’lara tam bir sanayi ülkesine dönüşmesi ile birlikte düşünmek gerekiyor.
Turgut Özal, Kemal Derviş ve Avrupa Birliği reform süreçlerinin hep bir katkısı oldu bu kalite imajını oturtmakta. Türkiye’nin kurumsal altyapısı kurumsal reform süreçleri ile biçimlendi. 1980’den Sarkozy döneminin başına 2006’ya kadar kurumsal altyapıdaki olumlu gelişmeler hukukun üstünlüğü endeksinden de izlenebilir aslında. Sonra bu noktaya nasıl geldiğimizi unuttuk.
Türkiye işte oradan bugün Avrupalı partnerleri açısından “ondan pazar olur ama ortak olmaz” aşamasına geriledi. Gerilemeyi hukukun üstünlüğü endeksinden izlemek mümkün. Şimdi böyle bakınca gerilemeyi gündelik yaşamlarımızdan da gözlemlemek mümkün aslında.
Kayseri’de erkekler arası akşam oturmalarında, çay içilir ve sohbet edilir. Oturmalarda siyaset konuşulmaz. Onun yerine futbol ve alışveriş üzerine odaklanılır. Şimdi burada odaklanılırdı, konuşulurdu diye anlatmak gerekiyor. Çünkü Türkiye artık “yabancı hakem istiyoruz” aşamasına geldi futbolda.
Nedir? Siyaset, futbola da bulaşınca siyasetten bağımsız kendi başına futbol sohbeti imkanı ortadan kalkıverdi. Aynı durum alışveriş için de geçerli. Siyasetteki kamplaşma günlük alışverişi de doğrudan etkisi altına aldı. Ne oldu? Siyasetten bağımsız günlük mal alışverişi muhabbeti yapma imkanı da kalmadı memlekette.
Doğrusu ben sokaktaki protestocu gençlerin en çok “Yabancı savcı istiyoruz” dövizini beğendim. Hukukun üstünlüğü endekslerinde bugünkü hale Türkiye bir günde gelmedi. Önce 1980 darbesi ile anayasamızda yargıç ve savcılara verilen coğrafi güvence kaldırıldı. Böylece İstanbul’da görevli bir yargıcı Türkiye’nin herhangi bir yerine atayabilmek mümkün hale geldi. Sonra 2010 anayasa değişikliğiyle yargıç ve savcıların atama süreçleri siyasi müdahaleye iyice açık hale getirildi. Fetullahçılar bu sayede süratle sistemi ele geçirdiler. 2018’den sonra ise hiçbir engel kalmadı siyasi müdahaleyi engelleyecek. Sonra işte geldik bugüne. Çocuklar boşuna “yabancı savcı istiyoruz” demiyorlar. Dünyanın en iyi yasalarını bile çıkarsanız bu uygulamayla olmaz.
Şimdi malum İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı Ekrem İmamoğlu ilk seçimde Cumhurbaşkanlığına aday olacağını açıkladığından beri başına gelmeyen kalmadı. Önce otuz beş yıllık üniversite diploması iptal edildi. Diploma yoksa aday olunmuyor. Sonra gözaltına alındı ve tutuklandı. Sonra suçları açıklanmaya başladı. Yolsuzluk var. Teröristlik var. Hepsi cumhurbaşkanı adaylığını açıkladığından beri süratle ortaya çıkmaya başladı.
Bu arada, ilk seçimde, cumhurbaşkanı adaylığını açıklayanların adaylık ihtimalini bertaraf etme çabası bir tek Türkiye’ye özgü değil. Fransa ve Romanya’da da olası adayların aday olmasını yasaklamak için hukuki süreçler devreye girdi. Hani aklınıza bir şey gelir diye yandaki grafik. Hukukun üstünlüğü endeksinde Fransa, Romanya ve Türkiye’yi kıyaslıyor. Türkiye yerlerde sürünüyor 2008 Ergenekon Davası kumpasından beri. Memleketin hukuk hali uçurumdan aşağı atlar gibi hakikaten. Aynı dönemde, Fransa en tepede zaten, Romanya ise uçurumdan yukarı süratle tırmanıyor gördüğüm.
ABD’nin toplam ithalatı içinde ülkelerin payları, %, 2024
Kaynak: V-DEM, TEPAV görselleştirmeleri
Şimdi bu durumda, çocukların “Yabancı savcı istiyoruz” talebi haksız mı? Hayır.
Hem Amerikan Başkanı Trump’ın gümrük tarifeleri komedisi hem de İmamoğlu hadisesinde en çok serinkanlı olmamız gereken bir döneme giriyoruz. Türkiye’nin hem içeride hem de dışarıda ani hareketlerden, düşünmeden atılmış adımlardan kaçınmasında fayda var doğrusu. “Öfkeyle kalkanın zararla oturma ihtimali”nin çok yüksek olacağı bir döneme giriyoruz. Hem içeride, hem de dışarıda…
Hatırlatmış olayım. Sonra “madem biliyordun, neden o gün söylemedin” demesinler.