Geçtiğimiz günlerde Mariana Mazzucato’nun ITV’de Robert Peston’a söyledikleri hâlâ zihnimde yankılanıyor: Trump’ın yeni tarifeleri sadece bir ticaret politikası tercihi değil, daha büyük bir ekonomik körlüğün, sistematik bir adaletsizliğin ve kısa vadeli çıkarcılığın tezahürü. Yeni tarifelerle yeniden şekillenen küresel ticaret gündemi, yalnızca bir dış politika manevrası değil; aynı zamanda eşitsizliğin ve ekonomik gerilimin derinleştiği bir dönemin aynası. Son alınan kararlar, Amerikan hanelerine yılda ortalama bin 500 dolar ek yük bindirecek. Üstelik bu yük, gelir seviyesi düştükçe daha ağır hissedilecek. Ama mesele sadece ABD ile sınırlı değil. Küresel bir çıkmaza ve deliliğe sürüklenen bir dünya politikası gözler önünde. En sert darbeyi ise her zaman olduğu gibi en az söz hakkı olanlar – Küresel Güney ülkeleri – alacak.
Yeni bir ekonomi inşa edilecekse, bu geçişin kimin için ve nasıl gerçekleşeceği sorulmalı. Çünkü "adil dönüşüm" sadece bir slogan değil. Tarih gösteriyor ki hiçbir dönüşüm kendiliğinden adil olmadı.
Bugün işgücünün küresel gelirden aldığı pay sürekli azalıyor. 2004’ten bu yana yaşanan düşüş nedeniyle yalnızca 2024 yılında işçiler 2.4 trilyon dolar daha az kazandı. Bu düşüş, sermayenin daha yaratıcı hale gelmesinden değil; kuralların emeğin aleyhine yeniden yazılmasından kaynaklanıyor. Üretimin, inovasyonun ve değer yaratımının büyük kısmı kamusal yatırımlarla mümkün olurken, bu değerin paylaşımı özel mülkiyetin dar alanında sıkışıyor.
Yeni teknolojiler, yapay zekâdan iletişim altyapılarına kadar, kamu eliyle finanse edildi. Ancak bugün bu teknolojiler üzerinden oluşan servet, çok küçük bir kesimin elinde yoğunlaşıyor. Kamusal risk, özel kazanç haline geliyor. Yatırımı birlikte üstleniyoruz ama karşılığını birlikte paylaşamıyoruz.
Küresel çapta açıklanan büyük yeşil yatırım paketleri – ABD’de IRA, Avrupa’da NextGenerationEU gibi programlar – tarihi bir fırsat sunuyor. Ama bu kaynaklar sosyal koşullar olmadan dağıtılırsa, geçiş sadece yeşil olacak, adil olmayacak. Hisse geri alımları, vergi kaçırma yapıları ve düşük ücretli istihdamla dolu bir “yeşil kapitalizm” geleceği tehdit ediyor. Oysa her kamu yatırımı, yalnızca karbon salımını azaltmakla değil, iyi işler yaratmakla, çalışan hakları güçlendirmekle ve toplumsal refahı artırmakla ölçülmeli. Geçiş süreci yalnızca mühendislik meselesi değil, toplumsal bir yeni sözleşme meselesi.
Yeşil geçişe yön verecek olan yalnızca enerji tabloları ya da karbon grafikleri değil; bu süreçte kimin söz hakkı olduğu. Almanya’da çelik endüstrisinde olduğu gibi, kamu bankaları çevresel yatırımları işçi temsilciliğiyle birlikte şekillendirirse; Danimarka’daki gibi üçlü yönetişim modelleriyle işçi, işveren ve devlet birlikte masaya oturursa, dönüşümün yönü değişir. İklim krizine karşı verilen mücadele ile toplumsal adalet mücadelesi birleştirildiğinde, yalnızca çevre korunmaz, demokrasiler de güçlenir.
Ekonomi bir doğa yasası değil; nasıl yönettiğimize bağlı olarak şekillenen bir sistem. Eğer geçiş sürecini bugünün eşitsizliklerini derinleştirecek şekilde tasarlarsak, krize bir çözüm değil, yeni bir kriz üretmiş oluruz. Ama eğer bu süreci birlikte, adil ve şeffaf biçimde inşa edersek, yalnızca daha yeşil değil, daha eşitlikçi bir geleceğe de adım atmış oluruz.
Çünkü gerçek şu: Küreselde sosyal adalet yoksa adil yeşil geçiş de yok.