HANDAN SEMA CEYLAN
BIR sinema filminin içinde yaşıyor olsaydık, sanırım bu aralar bunun adı “Büyük Budapeşte Oteli/The Grand Budapest Hotel” olurdu… Hazır dünya koskocaman bir Zubrowka Cumhuriyeti’ne dönmüşken yeniden bu filmi izlemenin tam zamanı!

Aslında biliyorsunuz, filmin çıkış kaynağı Stefan Zweig… Hikâyeyi tekrar tekrar tüm repliklerine kadar izlememi sağlayansa Wes Anderson… Yarısından bile yakalasanız bir filmi onun çektiğini anlamak çok kolay… Bambaşka bir set anlayışı, bambaşka bir hikâye anlatıcılığı… Gerçek hayatla aranıza mesafe koymanızı sağlayan pastel renklerde bir dünya… Her ne kadar soyadı bize onu Avrupalı zannettirse de doğduğu yer tam olarak ‘Amerika Amerikası’: Houston, Teksas! Umarım bundan sonraki jenerasyonda da benzer şeyler olur. Tüm dünyanın çocuklarını birbirine bağlayan enteresan şeyler vardı… Jules Verne okumak, Heidi izlemek gibi… Anderson’un kafasını anlamamı sağlayan şey de belki de onun da çocukken bir Jules Verne tutkunu olması…
Gelelim filmine… Büyük Budapeşte Oteli’nde Anderson bize Birinci Dünya Savaşı ile İkinci Dünya Savaşı arasında kalan o altın yılların ihtişamını da yaşatıyor, savaşa giden baskıcı dönemlerin saçma sapan uygulamalarını da… İçinde göçmenlerin, organize bir iletişim ağı kuranların, gözünü para hırsı bürümüşlerin, aşıkların, yaşlıların, zenginlerin, fakirlerin ve tam olarak pulları dökülmüş dönemlerin ayakta kalan hayaletlerinin hikâyesi var… Efsane oyuncu kadrosu da cabası…
STEFAN ZWEIG’MIŞ GIBI DÜŞÜNMEK…
FİLMİN inanılmaz ahengi, birlikte çalışmayı çok seven bir ekibin eseri. Öyle ki Almanya’daki çekimler sırasında tüm oyuncu kadrosu akşam yemeklerini yönetmenle birlikte yiyip, sanki hep birlikte üzerine sohbet ederek bitirilmesi gereken bir projenin içinde olmuşlar. Anderson’un Zweig’mış gibi düşünerek anlattığı bu hikâye aslında çok sağlam bir eleştiri. Alplerde hayali bir cumhuriyet olan Zubrowka’da geçiyor. Yaşananlar 1930’ların Avrupası. Sağlam bir Nazi dönemi eleştirisi var –hatta keşke o dönemle sınırlı kalsaydı- ama Anderson bunu kesinlikle gözünüze sokarak yapmıyor.
Sanırım elimi attığım raftaki “Grand Hotel Europa” kitabını sırf bu yüzden aldım. Hollandalı yazar Ilja Leonard Preijffer’in 2018’de yazdığı kitap bizde Can Yayınları tarafından Kasım 2022’de basılmış.
Flemenkçe aslından çeviren Erhan Gürer… Kitabın başında aslında bir konfor alanından çıkma hikâyesi okuyacağımı düşünüyordum. Çünkü bir kitap acı bir sonla başlarsa, bu kaybın yeniden telafi edildiği bir hikâye yazılır! Ama Grand Hotel Europa’da yarım kalmış bir aşk hikâyesi okumayı beklerken, Venedik’i su baskınlarına karşı koruyacak projenin yarım kaldığını okumamın şokunu yaşadım. Dünyanın en eski mesleği belki de hikâye anlatıcılığı, hikâyeler olmasa, ne tarih ne ekonomi ne de politika anlatılabilir. İşte tam da bu nedenle eski dünyanın, Avrupa’nın içinde olduğu durumu okumaya hazır olun…

İKİ AKRAN İKİ AVRUPA…
İKİ akran Ilja Leonard Preijffer ile Wes Anderson (birer yıl arayla dünyaya gelmişler, Preijffer 1968, Anderson 1969) birbirlerinden farklı bir şekilde Avrupa eleştirisi yapmış iki entelektüel. Ama isim ve konu benzerliği sizi yanıltmasın, ikisi de anlatım olarak da bakış olarak da farklılar. Fakat ortak bir noktaları var; o da koskoca Avrupa sofrasında hayatın nasıl şekillendiğini anlatmak…
Anderson’un Alp’lerdeki Zubrowka Cumhuriyeti de Preijffer’in tüm Avrupa’yı dolaşsa da beni yakaladığı Makedonya da (pardon artık Kuzey Makedonya diyoruz… Biliyorsunuz Yugoslavya’nın parçalanmasıyla birlikte benim yaşımda bir kişi orada hiç yer değiştirmeden üç ayrı ülkede –ismi farklı üç ayrı ülkede- yaşamış oldu) günümüze eleştiri…
Büyük Budapeşte Oteli’ni izlerken, aklımdan çıkmayan bir şeyse baş kahramanımız Gustav’ın şiire olan takıntısı. Anderson bu ipe sapa gelmez şiirlerle dalga mı geçiyor, yoksa gereksizce acılardan beslenmeye mi gönderme yapıyor bilemiyorum. Ama konsiyerj’in kahramanı Gustav’ın yardımcısı göçmen Zero’nun (sıfır) aşkı Agatha’nın okuduğu şiirle veda edelim nisan sayımızın yazısına, tüm savaşlara karşı:
Son Söz
"Eğer bu benim sonumsa, elveda!"
Yaralı kavalcı çocuk haykırdı,
Tüfekler çatlarken
Ve yeomen (orta rütbeli) kükredi,
"Yaşasın!"
Ve surlar yıkıldı.
"Sanırım ben son nefesimi vereceğim, ben
korkuyorum," dedi...