Bir varmış bir yokmuş…
Masal gibi bir hayat yaşanmış… Hem de yanı başımızda!
Rivayet odur ki; Erenköy’ün tren hattı bölgesinde biri dişi biri erkek iki zürafa yaşarmış. Mehmet Münif Paşa’nın, Afrika’dan getirdiği zürafalar, Suadiye’ye kadar özgürce gezerlermiş. Daha sonra Mehmet Münif Paşa, İtalya’dan Rozette’ye yaptırdığı devasa zürafa heykelini Erenköy’deki köşküne yerleştirmiş. II. Abdülhamid döneminin Eğitim Bakanı olan Mehmet Münif Paşa aynı zamanda kız çocuklarının okutulması içinde büyük emek harcamış bir isim.
Ama anlatacağımız hikâye onun hayatı değil. Bana Erenköy’deki evinin önüne Knidos’tan getirdiği zürafa heykelini gösteren hem sanatı desteklemek hem de Erenköy’ün bu mirasını yaşatmak isteyen Başyazarımız Osman Saffet Arolat’ın hayatı…
Osman ağabey ile karlı bir Kasım ayında bundan 19 sene önce tanıştım. O gün ne konuşuldu hatırlamıyorum. Sadece duvarlardaki yağlıboya tablolara, suluboya resimlere, kitaplara, bol kâğıtlara takıldı gözüm… Katı, az konuşan ve çok ciddi bir insan vardı karşımda. Daha sonra sadece ekonomi gazeteciliğini değil, ülkenin siyasi hayatını konuşacağım, şiir dinleyeceğim, sanat tartışacağım, sahaf sitelerinden birlikte kitap seçeceğim bir ağabeyim olacağını bilmezdim. Fonda sürekli bir spor müsabakasının olduğu sesini duymaya zorlandığım telefon görüşmelerinde, “maç kaç kaç” diye dikkatini dağıtıp maçı anlattıracağım bir büyüğüm… Tanıyanlar bilir söyleyeceğini söyledikten sonra tek bir şey söylemeye fırsatınız olmadan o telefon görüşmesi orada biterdi. Ama işte her bilgisayar programının ‘bug’ı olduğu gibi her insanın da bir boşluğu var. 68 kuşağının o dev gençlik liderine, maçı sorup uzun uzun konuşmasını sağlamaktan neşelendiğim çok olmuştur.
Rakamlarla olumlama değil ilk eylem: 555k
İyi bir sosyal medya kullanıcısıysanız; çok sayıda 777, 999 gibi rakamların yer aldığı paylaşımlara rastlamışsınızdır. Bunun Arolat’la ne ilgisi var demeyin… Osman ağabeyi 68 kuşağının devrimcilerinden biri yapacak ilk adım, Turan Ekmeksiz ve Nedim Özpolat’ın 1960 yılında öldürülmesiyle başlamış. İlk büyük eylemini o dönem liseliler arasında “555K” şifresiyle yayılan gösteri ile organize etmiş. 555K, 5. Ayın, 5. Günü, Saat 5’te Kızılay’da buluşalım demek. Instagram’dan ona bir şeyler gösterirken, bana akışta gördüğü 777 rakamının manasını sormuştu. Bunun rakamlarla olumlama gibi bir şey olduğunu söylediğimde boş gözlerle baktı. İki gün sonra odasına uğradığımda bu hikâyeyi anlattı. İlk eyleminin 555K olması bir nevi ona da bereket getirmiş olacak ki, gençliği eylemler, cezaevleri ile dolu olacak ve mücadele içinde geçecekti.
[caption id="attachment_26075" align="aligncenter" width="640"] Oğlu Ali Arolat'la. Ali Arolat, siyah beyaz fotoğrafları ve zürafa heykelinin fotoğrafını bize yolladı. Teşekkürlerimle...[/caption]
Aman türküler ne güzelmiş…
Osman ağabeyle hep bir yazıcıdan bastırdığımız kâğıtları verme trafiğimiz olurdu. Bu trafiklerden birinde odasına çıktığımda raftan bir kitap rica etti. Elimde el yapımı bir şiir kitabı vardı. Ne olduğunu merak ettim. Osman ağabey kapağına kendi elleriyle tasarımını yaptığı “Aman türküler ne güzelmiş” yazısını yazmış ve ilk cezaevi kitabına imza atmıştı. Elle yapılan bu cezaevi kitapları o dönem ezberi güçlü olanların, şiirleri topladığı, türküleri derlediği yayınlar olarak koğuşları biraz olsun neşelendiriyor ve ezberi olmayanların bu şiirleri okumasını sağlıyordu. Çok duymuş ama ilk kez görmüştüm. Kapağın iç kısmında 7 Ocak 1973 Davutpaşa Cezaevi yazıyordu. Pir Sultan Abdal, Aşık Veysel, Neşet Ertaş, Mahsuni, Nesimi’nin türküleri başta olmak üzere Osman ağabeyin sevdiği ve elleriyle yazdığı şiirlerden oluşuyordu.
[caption id="attachment_26076" align="aligncenter" width="640"] 2000 rakımlı Toroslarda, Angus'ların peşinde![/caption]
Kitap Binboğa Avşar’dan şu dizeleriyle başlıyordu:
Çift sürüp ekin ekmeyen
Meydana sofra dökmeyen
Arının kahrını çekmeyen
Ne bilir balın kıymatını
Mecliste söz atanlar
Gerçeğe yalan katanlar
Sonra beyliğe yetenler
Ne bilir ilin kıymanıtı
Kitabı bana gösterdiğinde iyi ki bir Instagram paylaşımı yapmışım da bu hatıranın ayrıntıları kalmış…
Şimdi daha güzel yanıt verirsin…
[caption id="attachment_26077" align="alignleft" width="480"] İsmet Özel'le İstiklal Marşı Derneği İstanbul Şubesi'nde.[/caption]
Osman ağabeyle en enteresan maceralarımızdan biri “İstiklal Marşı Derneği İstanbul Şubesi”ne gitmemizdir… 2015 yılının sıcak bir Ağustos ayı… Beni odasına çağırdı… “Biraz şiire ayırabilecek zamanın var mı?” diye sordu. İşim hafiflemiş, sıcağın mahmurluğuyla yapabileceğim diğer işleri ertesi güne atabileceğimi düşünmüştüm. “Evet var” dedim. “Tamam çıkıyoruz o zaman aşağıda buluşalım” dedi. Nereye gidiyoruz, ne yapacağız hiçbir fikrim yoktu. Yolda bana, “1960’lı yıllarda gençleri en çok etkileyen dört şairle söyleşi yapmıştım. Hepsi hayatta. Şimdi bu söyleşinin 50’nci yılında yeniden onlarla bir değerlendirme yapmak istiyorum. Gittiğimizde kayıt alırsan, şairlerden birini daha tamamlamış oluruz” dedi.
İstanbul’un eski semtlerinden birine gittik. Dar dik bir merdivenin başında Osman ağabeye baktım. Yani ciddi mi, biz bu merdivenleri nasıl çıkacağız... Osman ağabey, bir Anadolu seyahati sırasında rahatsızlanmış ve 2006 yılında felç geçirmişti. Sol tarafını kullanamıyor ama hiç şikâyet etmiyor, bastonuyla normal hayatına devam ediyordu. Neredeyse 15-20 dakikayı bulan bir tırmanışla İstiklal Marşı Derneği’ne geldik… Önce bizi gençler karşıladı… Sonra bir odaya aldılar. Karşımızdaki şair bir anda yerinden fırladı “Osman sana ne oldu?” dedi. Geldi gözleri doldu ve Osman ağabeye sarıldı. Osman ağabey ise ince ince gülüyordu…
Olayı sonradan anlayacaktım. Osman ağabey ANT dergisinde yayınlamak için 1960’lı yılların sonunda dört şairle söyleşi yapmıştı: Ataol Behramoğlu, İsmet Özel, Süreya Berfe ve Özkan Mert… 20’li yaşlarındaki bu dört şairin şiirleri “başkaldırı” niteliği taşıyor ve şiirlerinin kopyaları gençlerin ceplerinde taşınıyor, okul kantinlerinde paylaşılıyormuş. Bu dört isim ortak bir dergi çıkartmaya karar verince, gençler arasında heyecana neden olmuş. Osman ağabey de onlarla yaptığı söyleşiyi ANT dergisinde yayınlamış. 1999 yılında 30’uncu yıl dolayısıyla bir buluşma yapmak istemiş ama bambaşka hayatlara bambaşka görüşlere savrulan isimleri bir araya getirememiş. Özkan Mert, 50’nci yılda bir buluşma daha istemiş Osman ağabeyden ama o tüm bu isimlerle yeniden söyleşi yapıp yayınlamanın doğru olacağını düşünmüş. Hepsine aynı üç soruyu yöneltmiş, yazılı cevaplar vermişler. Bir tek İsmet Özel “yüzyüze olursa olur” demiş. Osman ağabeyin gazeteye davetini de kabul etmemiş. Çünkü bir dönem iş başvurusu yaptığı gazeteye bir daha adım atmayacağına sözü varmış kendisine. Osman ağabeyi derneğe davet etmiş. Ama tam Arolat’lık bir tutumla Osman ağabey, felç geçirdiğini başka bir yere gitmek için zorlanacağını söylememiş İsmet Özel’e. Karşısında Osman ağabeyi öyle görünce Özel, “Neden söylemedin Osman ben gelirdim” dedi. Osman ağabeyin gülmeye devam ederek verdiği yanıt, beni de gülümsetti: “Bak şimdi sorduğum sorulara daha güzel yanıt verirsin”… İkisinin güzel fotoğraflarını çektim. Karşımda 70’li yaşlarında iki 20’lik delikanlı vardı sanki. Bambaşka görüşlere savrulsalar da çocuk gibi mutluydular. Osman ağabeyin söyleşisi 2017’de Efil Yayınevi’nden “50 Yıl Öncenin Başkaldıran Dört Şairine Yeni Sorular” adıyla yayınlandı.
Bankaların tepe yöneticileriyle de muhtar amcalarla da samimi sohbetler…
Anadolu iş dünyasının sesi olan bir yayında Osman ağabeyle çalışmak demek, bu sayfalara sığmayacak kadar macera demek… (Çanakkale’de Kale Holding’nin tesislerini gezmemizi, Elazığ’da Gülsan Holding’in Şefik Gül Kültür Evi ziyaretimizi mutlaka başka zamanlarda yazma şansım olur. )
Osman ağabeyle sürekli bir haber yarışı içindeydik. Herhangi bir konuda görüş almam gereken insanları arardım ve hangimiz önce ulaştıysak biraz gururla diğerine anlatırdı. Türkiye’ye Angus’lar geldiğinde ilk haberi vermemiz onu hem mutlu etmiş hem de uslanmayan haberciliğini harekete geçirmişti. Angus’ları getiren Ahmet Hacıince aradığında, “gidelim, yerinde görelim” dedi. Bir bufalo cinsi olan Angus’lar o dönem hayvancılığa yeni bir soluk getireceği gerekçesiyle inanılmaz ilgi odağı olmuştu. Konya’ya gidip, Beyşehir’de Toroslara çıktık. 28 bin dönümlük arazide Angus’ları gördük, hiçbir veteriner yardımına ihtiyacı olmadan doğum yapabilen, arazide otlayıp ayrıca bir bakım istemeyen Angus’lar medyanın gündemindeydi. Dönüşte Bademli köyünde soluklandık. Muhtarla oturduğumuz sırada ağaç oyma ve kozalaklardan yapılma eşyalar getirdiler. Kendisine verilen tahta kaşıkları beklenmeyen bir çeviklikle çaldı. Ofisinden çıkmayan, hayata uzak medya yöneticilerinden değildi. Her zaman sizi şaşırtma şansı vardı. Bankaların en tepe noktasındaki insanlar da onunla birlikteydi, Bademli köyünde kaşık çaldığı muhtar amcalar da…
[caption id="attachment_26078" align="aligncenter" width="640"] Bademli köyünde muhtarın verdiği kaşıkları çalarken...[/caption]
Kısa bir dönem aynı odada çalışma şansına da sahip olduk. Masasını bizimle, yazıişleriyle paylaştı. İnsülin kullandığı halde gazeteye pazartesi günleri paskalya çöreğiyle gelirdi… Çöreğin mahlep kokusu artık Osman ağabey demek benim için… Tekrar tekrar çalınan Ruhi Su parçaları da öyle… Sanki bir büyük kapı, bir büyük devir kapandı onun gidişiyle… Artık her sabah gazete planına üçüncü sayfaya “OSA” yazamayacağım köşesinin nerede olduğunu belli etmek için…
Gazetecilik, yeni bir gazete kurma, sıkıntılara değil pedalı sürekli çevirmeye odaklanma… Anlatacak çok şey var… Elbette yazılacağı günü bekliyor…
Hastanede onu son kez gördüğümde, pandeminin bize öğrettiği tüm kuralları yıkıp yanaklarından öptüm… İyi ki…